18.9.13

Sinop'un esbabı mucibesi

Murat Uğurlu'nun geçen ay (Ağustos 2013) çıkan hikâye kitabında, hep taşra hakkında; taşranın huzuru, hüznü, sıkıntısı hakkında yazan güzel ve kadim dostumun sesini buldum, kitabı daha çok sevdim:

"Annemin böyle garip meziyetleri vardır işte. Örneğin yolculuk sırasında denizi ilk o fark ederdi. Kampa vardığımızda hepimiz yorgunluktan yatağa serilirken, o, kaşla göz arasında üşenmeyip plaja gider, sonra da yüzünde akşam güneşine benzeyen ılık bir pembelikle geri dönerdi. Belki de içimizde Ankaralı olmayan tek kişi olduğu içindir. Sinop Kız Öğretmen Lisesi'nde okurken tanışmışlar babamla, askerliği biter bitmez de evlenmişler. 'Sinop gibi cennet yeri bırakıp geldik bu Allahın bozkırına!' diye yakınır her fırsatta annem. Onca yıldan sonra hâlâ geçmedi Sinop özlemi. Aslında eşeklik bizde kardeşim... Bir kerecik olsun götürmedik kadını, merak etmedik neymiş şu Sinop'un esbabı mucibesi diye. Belki sahiden vardır orada bir şeyler, ne dersin? Hikmetini aşikâr eder ve kurtarır bizi Sinop. Bozkır çocuğu olmaktan, hayat karşısında hep ceketimiz ilikli, kravatımız bağlı oturmaktan, yarım yamalak kalışımızdan, otuz yaşımızdan kurtarır. Bakarsın son bir iyilik yapar bize Sinop, karışımıza genç ve güzel bir öğretmen kız çıkarır. Şimdikiler gibi sorgu sual etmez, bankada kaç paran var, hangi okulları bitirdin, düğünde akrabaların ne pahada takı takacak diye düşünmez, atlar gelir peşimizden. Tabii arada bir sızlanacak, naz yapacaktır ( o kadar olsun). Yine de her şeye rağmen katlanır bize kardeşim. Şu tatsız tuzsuz lojman hayatına, taşıma suyla değirmen edilmiş şehre bile katlanır. Derken iki evlat doğurur, büyütür, bir yandan da okula devam eder. Yoksul öğrencilerini eve çağırıp pasta börek hazırlar, başlarını sevgiyle okşar, onlara dil bilgisi ve matematik çalıştırır."

(Murat Uğurlu. Buralar Bıraktığın Gibi. İletişim 2013. s. 132-133)   

10.8.13

Amerikan sinemasının susturduğu

Tennessee Williams'ın Kızgın Damdaki Kedi'sinin üç hali arasındaki fark ibretlik.

Bir edebi eser olarak, modern trajedinin iyi örneklerinden biri. Gündelik hayata sinmiş, göz göre göre kabul edilmiş, hatta ödüllendirilmiş riya'ya dair eşsiz bir metin. Okuyucuyu sorulara boğan ama kusursuz bir incelikle cevapsız bırakan, eh işte tam buradan trajediyi yaratan bir başyapıt.

Bir tiyatro performansı olarak trajik kudretine müdahale edilmiş, nispeten sessizleştirilmiş bir eser. Oyunu yazımının hemen ertesinde sahneye koyan Elia Kazan üçüncü perdeyi büyük oranda değiştirtmiş. Bu değişikliklerle metindeki trajediyi sırtında taşıyan, "büyük yenik" Brick'e ses verilmiş, genç adam normalleştirilmiş, hatta nispeten iyileştirilmiş. Metinde hiç olmayan bir umut hissi oyunda yeşertilmiş.

Bir film olarak ise trajediye tastamam hokus pokus yapılmış. Richard Brooks'un çektiği 1958 tarihli uyarlamada Brick'le en yakın arkadaşı Skipper arasındaki eşcinsellik iması unutulmuş; Brick'in karısı Maggie, yani kızgın damdaki kedi, Skipper'la yatan, intiharına sebep olan ve Brick'e koca bir karanlık armağan eden "şirin kötü"den suçsuz bir meleğe çevrilmiş. Zaten filmin sonu da pek mutlu bitiyor. Holivut'un mutlu son'a tapan romanslarından birinde olduğunuzu düşünmek işten değil.

Hep kafama takılan Williams'ın böyle bir tecavüze nasıl izin verdiği. Sahneye koyulurken yapılan değişiklikleri, "napayım, Elia Kazan'ın yönetmesini istiyordum, çok razı değildim ama evet demek durumunda kaldım" şeklinde açıklıyor. Lakin filmin Holivutlaşmasını nasıl meşrulaştırdığını bilmiyorum.

Böylece kültür piyasasının sıkı, sert, huzursuz eden bir "açık metin"i nasıl evcilleştirdiğini, nasıl salak bir "kapalı metin"e dönüştürdüğünü bir kez daha görüyoruz. Büyük yazar Williams'ın gösterdiği rıza üzerine ise ayrıca düşünülmeli. 

7.8.13

Dünya hiçbir şey hissetmeyenlere aittir

Modern edebiyatın birçok başyapıtı eyleyemeyenlerin, uyamayanların, oyuna dahil olamayanların "hayatı kıvıranlar"a karşı bir saldırısı olarak okunabilir. Öfkeyle ironi arasında salınan bir saldırı olarak.

Fakat, Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nda ruhdaşlarına kıyasla daha az öfke, daha az ironi var. Kendi "uyumsuz" hayatının faziletlerini arar, mitolojisini kurarken başkalarıyla ilgilenmeyecek kadar meşgul ya da mağrur bir yazarla karşı karşıyayız. 

Ama bu dışarıyı umursamayan tavır yer yer yırtılıyor, arkadan bağırmak isteyen, kavga etmek isteyen öfkeli bir genç adam fırlıyor. Bir yerde "Esas ayrım uyumlularla uyumsuzlar arasında: Kalanı edebiyat hem de kötü edebiyat" (269) diyor mesela; kendisine düşman biçiyor, kardeş arıyor. Ama öfkesinin en hoş yerleri hep özenle geri durduğu saldırı timine bütün özeni bir kenara bırakarak katıldığında ortaya çıkıyor: 

5.8.13

Osmanlı'nın birliği

Krikor Zohrab'ın II. Meşrutiyet döneminde Meclis'te yaptığı konuşmalar çok etkileyici. Talat Paşa'nın yakın arkadaşı da olan bu önemli Osmanlı aydını diyalog ve eşit vatandaşlık temelinde muhabbetle kurulacak çoğulcu bir Osmanlı arıyor, kurmak için elini taşın altına koyuyor:

"Peki, Osmanlı'nın birliği nasıl temin edilir? Mecelle'de 'şirket-i ihtiyariye' (isteğe bağlı), 'şirket-i cebriye' şeklinde iki şirketten bahsedilir. Cebri şirket, mesela varislerin bizzat bilmecburiye müşterek olmalarından ibarettir. İhtiyari şirket ise, samimi bir kalple bilerek, isteyerek ciddi bir şirket kurulmasıdır. Hükümetin bize getirdiği nizamnameler, cebri bir şirketi meydana getirmek isteği ile yapılmıştır. Bu doğru değildir ve dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Her yerde, hükümetler hususi emellerden korkmuştur. Ama bu gibi yollara tevessül etmezler. Hükümet, anasır isimleriyle cemiyet teşkil olmasın, daha kaba bir tabirle Ermeni ismini, Arap ismini kullanmasın, Osmanlılık bu suretle daha fazla ilerler diyor.

Açıkça söylenmiyorsa da, anasır-ı muhtelifeyi yekdiğerinden ayıran en mühim temel nedir? Dil, tarih, görenekler ve ahlak meseleleridir. Unsur denilen, ırk denilen şey bu üç esasın teşekkülüyle olur. Hükümet bunları birleştirmek için bunların dillerini, ahlak, görenek ve tabii gelişme seyirlerini birleştirmeye çalışıyor. Fakat bu maddeten mümkün müdür? Hayır! En fakir, en sefil unsurlar, mesela Çingeneler -ki onları tahkir için söylemiyorum, mağdur unsur olmaları itibariyle söylüyorum- her yerde hakir görüldükleri, siyasi mevcudiyetleri olmadığı halde, her yerde oldukları gibi burada da mevcutlar. Demek ki sun'i gayretler boşunadır. Bunun yerine adalet, muhabbet tesis etmeliyiz. Osmanlının birliği bununla teessüs eder, baskılarla olmaz. Her baskı bir tepki meydana getirir. Bu ise ayrımcılıktan başka bir netice vermez. Binaenaleyh, arkadaşlarımdan Osmanlı birliği için her fedakarlığı, her gayreti göstermelerini rica ederim. Maruzatım budur."
(Akt: Nesim Ovadya İzrail. Krikor Zohrab: 1915 Bir Ölüm Yolculuğu. Pencere Yayınları: s. 182)

Zohrab'ın sözleri üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçti. Hâlâ o "adalet ve muhabbet"ten çok uzağız.

Milliyetçiliğin yaptığı kafayı başka hiçbir şey yapmıyor, etkisi de bir türlü geçmiyor.

1.8.13

Bir boşanma sebebi olarak Sartre

"Sinaritçi Baki diye ün yapmıştı o yıllar Büyükada'da. [...] Sait Faik'in öykülerinden etkilenmişti sanırım. Yazarlar, çizerlerle görünmesi adı çevresinde bir hale yaratmıştı: Bazı entelektüel hanımlar çok merak ederlerdi. Bahçe içinde, ayakta zor duran bir evi vardı. [...] Jean Paul Sartre, yalnızca genç edebiyatçılar kuşağını değil, Balıkçı Baki'yi de cin çarpmışa döndürmüştü. Karısından boşanmasının baş sorumlusu olarak görüyordu Sartre'ı. Şöyle demişti bir gün: 'Bunaltı, cehennem başkalarıdır falan derken, karıdan boşandık'."

(Ahmet Oktay'ın Gizli Çekmece kitabından aktaran Jale Özata Dirlikyapan, Kabuğunu Kıran Hikaye, s. 45.)

30.7.13

Werther ve Faust

Takılıp kalan genç adamlar vardır. İçine bakan, baktıkça sonu olmayan bir kuyuya çekilen, kuyuda kaldıkça neşeyle ışığın tadını unutan, unuttukça kuyuda kalmaktan tat alan genç adamlar...

Bizim bugün okuyunca güldüğümüz, aşırı duygusallığına burun kıvırdığımız ve intiharını abartılı bulduğumuz Werther tam da böyle bir delikanlıdır. Lotte'nin aşkının kuyusunda kalmak ona başka hiçbir şeyde olmadığını düşündüğü hazzı vermiştir; kuyunun karanlığı dışarının aydınlığından çok daha anlamlı gelmiştir. (Aşkın olan kuyuda yaşadığıdır çünkü). Sonunda ölümü seçmesi ise bir aşk umutsuzluğu değil, dünya üzerinde bu aşkın sarhoşluğuyla tattığı aşkınlığın mutlak surette geçici, sönmeye yazgılı, hatta hayal olmasını bilmesindendir. Böylece intihar bir kurtuluş olur onun için. İsa'nın göğe çekilmesi, böylelikle geldiği kaynağa dönmesi nasıl sonsuz özgürlük demekse, Werther de içine fırlatıldığı ama zihinsel huzuru bulmanın düşten ibaret olduğunu anladığı dünyadan kendini azat eder, ölümden kurtuluş bekler.

Bir de takılıp kalmayan, aşan, deviren, kıran ama mesafe alan genç adamlar vardır. Zaman zaman şeytana boyun eğen, bazen en masumun kanına giren, sonra toplum için diğerleri için yani kendinin dışı için eylemenin yaşamın en hakiki amacı olduğuna gönül indiren genç adamlar. Ölümsüzlüğü, aşkınlığı yeryüzünde arayanlar.

Faust bu ikinci grubun alamet-i farikasıdır. Bilim yaparken, Gretchen'i ölüme mahkûm ederken, koca bir memleketi imar ederken, yaşlı ve savunmasız olanı düşüncesizce yok ederken düşse de kalkar, yaralansa da devam eder. Tek amacı dibine battığı kendi içinden, kendi kuyusundan çıkmaktır; aşılmaz zihinsel huzursuzluğunu dünyanın aletleriyle çözmektir.

Bu ayrımı koyduğumuzda, Bay Goethe'nin iki meşhur eserinden birincisinin bizim tecrübemizde değersizleşmesi, komikleşmesi, çocukça görünmesi; ve ikincisinin modern zamanların eşsiz bir metaforu olarak hayatımızı doldurmasına şaşmaya gerek yoktur.

Zira kuyuda bulduğunu Tanrı sayan kahraman sahneden kovulmuştur.




(James D. Wilson'un The Romantic Heroic Ideal (1982) kitabı aklıma bu iki genç adamı düşüren. Okunmaya değer, iyi yazılmış bir kitap. Faust'un bol kıvrımlı yaşamının neden modern zamanların şahane bir metaforu olarak okunabileceğine dair ise Marshall Berman'ın (Türkçe çevirisi mükemmel olan) Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'una bakılabilir.)

25.7.13

Ophelia'nın Fernando'ya yaptığı.

Fernando Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nı okumayı deneyenler hayatı kendilerine zehir edebilecek bir adamla karşı karşıya olduklarını hemen anlarlar. Kalp sıkıştıran, sonuna varması zor bir kitaptır bu. Tıpkı Pavese'nın Yaşama Uğraşı'nı  okurken olduğu gibi, bir yandan uzaklaşmak, ondan kurtulmak istersiniz; bir yandan da bu kurtulma çabasının yaşamın yalancılığının ta kendisi olduğunu bilir, kitabı elden bırakmayı kendinize yediremezsiniz. Okuyucunun kanını talep eden intikamcılardandır Pessoa.

Şimdi, Ophelia'ya Mektuplar'la karşıma çıkınca Pessoa'ya bir an inanamadım. Hayatının tek kadınına, "küçük sevgili bebeği"ne yazdığı çocuksu mektuplarda komik ve basit bir adam var. Komik, sevgi dolu, sık sık çocuklaşan, oyun peşinde bir genç adam. Okudukça sıkıldım, sıkıldıkça bu minik kitabı elimden atasım geldi.

Ama kazın ayağı öyle değil. Kitabın ikinci bölümünde Fernando'nun Ophelia'ya 10 yıl sonra yazdığı mektuplar var. Çocuksu aşk gitmiş, Huzursuzluğun Kitabı'ndan tanıdığımız Fernando gelmiş. Artık oyun oynayacak, aşklı sözlere kanacak hali yok. Daha yorgun, daha sert, huzursuz ve dahi umutsuz ve en önemlisi deliliğin kıyısında. Burası, Pessoa'nın çocukluğu bitirdiği edebiyatı başlattığı yer.

24.7.13

Yaşamlarını kimseye emanet etmeyenler.

"Utangaçlık asil bir huydur, ne yapacağını bilememek övünülesi, yaşama becerisinden yoksun olmak ise insanı yücelten bir özelliktir.

Can Sıkıntısı denen uzaklaşma ve Sanat denen küçümseme bizim ... [yaşamımıza] doyuma benzer bir şeyin parlaklığını verirken...

Çürümüşlüğümüzden doğan bu zayıf pırıltılar, hiç olmazsa, karanlıklarımızın ortasında bir ışıktır.

Sadece acı bizi büyütür, acının göğsünde bekleyen sıkıntı tıpkı eski kahramanların torunları gibi bir simgeye benzer.


Ben, genellikle kendi derinliklerimde bile henüz tasarlanmamış eylemlerin, dudaklarımı uzatırken aklıma bile getirmediğim sözcüklerin, tamamına erdirmeyi umursamadığım hayallerin kuyusuyum.

Ben, tam inşası sürerken inşa edenin düşünmekten bıktığı, oldu olası kendi yıkıntısından başka bir şey olmamış bir yapının yıkıntısıyım.

Yalnızca zevk aldıkları için zevk alanlardan nefret etmeyi, neşelerini paylaşmayı beceremediğimiz için neşeli insanları hor görmeyi ihmal etmeyelim sakın... Bu sahte küçümseme, bu bayağı kin altındaki toprakla kirlenmiş, kaba saba bir kaideden başka bir şey değildir, üzerinde Sıkıntı'mızın benzersiz, kibirli heykeli yükselir, yüzü sırrına erilmez bir gülümsemeyle kuşatılmış, karanlık bir figürdür o.


Ne mutlu yaşamlarını kimseye emanet etmeyenlere."


(Fernando Pessoa. Huzursuzluğun Kitabı. Çev. Saadet Özen. Can Yayınları, 2006: 76.)

Ve bugün bir köprünün tam ortasında.

21 Şubat 1930

"Birden başımı isimsiz varlığımdan kaldırıp, varoluş biçimimi açıkça biliverdim, sanki büyücü bir yazgı bendeki eski bir körlüğü ameliyat etmiş, bu ameliyat hemen sonuç vermiş gibi. Ve şimdiye kadar yapmış, düşünmüş, olmuş olduğum her şeyin bir tür aldatmaca ve çılgınlık olduğunu gördüm. Görmemeyi başardığım şeylerin karşısında dehşete kapıldım. Olmuş olduğum ve gayet açıkça görüyorum ki aslında olmadığım her şey beni yoldan çıkarmış.

Birdenbire bulutları delip geniş bir toprak parçasını aydınlatan bir güneş ışını gibi, geçmiş yaşamıma ışık tutuyorum; ve akla en uygun edimlerimin, en berrak düşüncelerimin, en mantıklı tasarılarımın, sonuçta doğuştan gelen bir sarhoşluktan, doğal bir çılgınlıktan, tam bir cehaletten başka bir şey olmadığını fizik ötesi bir şaşkınlıkla gözlüyorum. Bir rol bile üstlenmişliğim yok: O rolü benim için başkaları oynamış. Oyuncu bile değilmişim. O oyuncunun hareketleriymişim yalnızca.

Yaptığım, düşündüğüm, olmuş olduğum her şey bir teslimiyetler toplamından başka bir şey değilmiş; ya ben olduğumu sandığım sahte varlığa teslim olmuşum, çünkü ondan başlayıp dışa doğru hareket etmişim; ya da soluduğum havayla bir tuttuğum koşulların ağırlığına. Gözümün önündeki perdenin kalktığı şu anda, ansızın yapayalnız kalmış, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmuş bir varlığım. En içten düşüncelerimde bile, ben, ben değilmişim.

Bu durumda, hayatın karşısında alaycı bir dehşete, bir birey olarak bilincimin sınırlarını aşan bir şaşkınlığa kapılıyorum. Şimdiye kadar hatadan ve yanılgıdan başka bir şey olmadığımı, hiç yaşamadığımı, sadece zamanı bilinçle, düşünceyle doldurduğum ölçüde varolduğumu biliyorum. Ve kendimi gerçek düşlerle dolu uykudan uyanmış bir adam ya da deprem sayesinde, yaşadığı hücrenin aşina karanlığından kurtulmuş biri gibi hissediyorum.

Ve kendime ağırlık yaptığımı hissediyorum, evet, bilinçlenmeye mahkûm olmaya benzeyen bir ağırlık veriyorum üzerime, ansızın ortaya çıkan, vaktini hisseden ile görenin arasında, uyuklayarak gidip gelmekle geçirmiş, gerçek bireyselliğin kavramı bu.

İnsanın gerçekten varolduğunu ve ruhumuzun gerçek bir kendilik olduğunu hissettiği zaman içinden geçenleri tarif etmesi çok zor - o kadar zor ki, bunu insanlara ait hangi sözcüklerle yapabilirim, bilemiyorum. Hissettiğim gibi ateşim mi yükseldi, yoksa bir hayat uyuru olmaktan gelen ateşin etkisi birdenbire üzerimden mi kalktı, bilmiyorum. Evet yineliyorum, kendini birden, nasıl geldiğini bilmediği bir şehirde bulan bir yolcu gibiyim; ve belleğini yitiren, uzun süre bir başkası olarak yaşayan insanları düşünüyorum. Ben de çok uzun süreden beri -doğduğumdan, bilinçlendiğimden beri- bir başkasıydım ve bugün bir köprünün tam ortasında, ırmağa eğilmiş olarak uyanıyorum, şimdiye kadar olmuş olduğum her şeyden daha sağlam biçimde varolduğumu biliyorum. Ne var ki şehir bana yabancı, sokakları tanımıyorum, çektiğim acının ilacı yok. Dolayısıyla, ırmağa eğilmiş, gerçeğin beni terk etmesini, beni yeniden bir hiçlik ve bir yalan olarak, akıllı ve doğal olarak bırakmasını bekliyorum.

Bir an sürüp hemen geçti. Çevremdeki mobilyaları, eskimiş duvar kâğıdının desenlerini, tozlu camlardan içeri vuran güneşi yeniden görüyorum şimdi. Bir an gerçeği gördüm. Bir an bilinçli olarak, büyük insanların hayatta oldukları şey oldum. Onların sözlerini ve edimlerini anıyorum ve kendime Gerçeklik Şeytanı'nın bir an için bile olsa, onları da utkuyla sınayıp sınamadığını soruyorum. Kendini bilmemek, yaşamaktır. Kendini yanlış tanımak, düşünmektir. Ama o aydınlanma anında olduğu gibi kendini birdenbire tanımak, insanın, içindeki ruhumun bölünmez özünü, ruhun büyülü sözünü birdenbire kavramasıdır. Ne var ki, birden beliren bir ışık her şeyi yakar, kavurur. Bizi çıplak bırakır, kendi varlığımızdan bile soyundurur.

Bir an sürdü bu ve ben kendimi gördüm. Sonrasında o zamana kadar ne olmuş olduğumu bile söyleyemeyecek haldeydim. Sonuçta uykum geldi, çünkü bilmem nedendir, bana öyle geliyor ki bütün bunların vardığı nokta uyumak."


(Fernando Pessoa. Huzursuzluğun Kitabı. Çev. Saadet Özen. Can Yayınları, 2006: 50-52.)

13.7.13

Sağlığın mahzurları, hastalığın avantajları.

"Size bir anekdot anlatacağım. Çok eski bir dostumdan bir mektup aldım; yazdıklarımın tek bir kelimesine bile inanmadığımı söylüyor ve 'çünkü seni iyi tanıyorum ve çok neşeli biri olduğunu biliyorum' diyor; ki bu da ne kadar yanılabileceğimizin ispatıdır. Haletiruhiyem ne olursa olsun, bunu daima bir soytarı davranışı ardına gizlemeyi başarmışımdır. Sinirlerimin kölesiyim, ama bunu gizleyebilirim ve gizliyorum; bu komedi sayesinde de mesela mutlak bir ümitsizlik içinde bir akşam yemeğine gidip, orada hiç ara vermeden havadan sudan hikâyeler anlatabiliyorum. Bu edep midir yoksa bir savunma mekanizması mıdır bilmiyorum; her halükârda fizyolojiye bağımlılığım bu kadar ezici olmasaydı, bu yüzeysel neşeye başvurmama hiç gerek kalmazdı. Elbette madalyonun bir de öteki yüzü var. Kierkagard, bütün bir salondaki herkesi güldürdükten sonra evine döndüğünde, tek isteğinin intihar etmek olduğunu anlatır; birçok vesileyle benim de teyit etmiş olduğum doğal bir bunalımdır bu. Şimdi hatırlıyorum ki Fransa'daki ilk kitabımın çıkışından az sonra, hiç tanımadığım beş yazar beni yemeğe davet ettiler. Yemin ederim, yemek yediğimiz üç saat boyunca sadece taharet musluğu üzerine bir şeyler anlattım. Elbette kitabımdan söz etmemi bekliyorlardı ve evlerinde taharet musluğu bulunmayan Almanların bende yarattığı küçümsemeden söz ederken yüzlerindeki rahatsızlık ifadesini hâlâ hatırlıyorum. Ancak biriyle yalnız olduğum takdirde beni derinde etkileyen şeylerden söz edebilmemdendi bu: İki yalnızlığın iletişim kurmayı deneyebilecekleri o an."


(E. M. Cioran. Ezeli Mağlup. Çev. Haldun Bayrı. Metis, 2005: 86-87)

3.7.13

Temel sorun, yalnızlık.

Yazı geldi elime yapıştı, ne yapsam olmuyor, bana mısın demiyor, inat ediyor, son nefesini vermiyor. Ama gelin görün ki Bilge Bey'in incelikleri, Bilge Bey'in güzellikleri de saymakla bitmiyor.


                                                                                                                          Ankara 13/9/83
Halûkçuğum,

Sen geciktiğin için üzülürsün, ben geciktiğim için üzülürüm, utanç duyarım. Niye bu üzüntümüzü duymayacak gibi davranamayız bir türlü?

(...)

Benim sağlığım 'iyice' diyeceğim. Yani büyük önemli bir dert yok. Buna karşılık gene 'migren' nöbetine girdiğim için gündüz gece ağrıları bir yana ardından gelen sersemlik canıma okuyor, çalışma gücü, yaşama isteği kalmıyor. 'İyice' dediğin bu muydu? deme. Bu derdi bunca yıldır çekerim, alıştım işte, geçmesini beklemek umut duymak anlamına geliyor. Eh, umudun şu ya da bu türlüsü gene de umuttur. Tanrı bu umudun da yitmesinden saklasın bizleri! Bir başka umut yitimi içindeyim ki, ona hastalık falan yol açmıyor. Dışarıdan değil, içeriden kaynaklanan bir şey. Uzun uzun anlatmanın yeri değil bu mektup. Ama kafam 'bu kışı geçirebilmek istiyorsan denize mutlaka gitmelisin' derken gönlüm yerinden kıpırdamağı bile istemiyor. Ay sonuna doğru iznimi kullanacağım ama evde de oturabilirim bu gidişle. Temel sorun, yalnızlık. Gerisini anla işte! Bir insanla birlikte olma işini başaramadım gitti. Geldiler de ben mi istemedim? Değil. Herhalde kardeşkovan, oğultutmaz damarları yanında eşbulmaz damarı da var bende. Bir 'umut' görünür gibi olur olmaz yitiyor. Herhalde bir arada yaşanacak insan olarak görünemiyorum kimseye.

Geçelim.

(...)

(Bilge Karasu. Halûk'a Mektuplar. Haz. Halûk Aker. Metis: İstanbul, 2013: 175-176).

26.6.13

Beddua

Hesaplaşmak üzerine, bir gün hesabın kesileceği üzerine konuşuyor herkes. Herkes herkesi kendine bakmaya, adalete, hakkaniyete davet ediyor. Uyuyor bu davete bazen insan, kendini en sivri bıçaklarla deşmeye, içindeki kara'yı bulup çıkarmaya kalkıyor. Davete uymada, kendi karanlığına girişmede rahatlık-huzur var, incelmek-güzelleşmek var.

Ama insana içkin o adı koyulmaz zillet hep buralarda ve mesaisine ara vermeden devam ediyor; Mış gibi yapıyor, en incelikli rollere hakikat kisvesi giydiriyor.

Vaziyet zor, hesaplaşmak her yiğidin harcı değil.

Halil Cibran'ın anlattığı o mesel geliyor aklıma:

"Yaşlı bir denizci bir zamanlar bana, 'Bundan otuz yıl önce kızım bir gemiciyle kaçtı,' diyerek anlatmıştı hikâyesini. 'Her ikisine de içimden beddua ettim. Çünkü kızımı çok seviyordum. Dünya bir tarafa, kızım bir tarafaydı.

Aradan çok geçmedi, bu gemici gemisiyle beraber denizin dibine gömüldü. Ve aynı kazada, gemiciyle beraber ben de kızımı kaybetmiş oldum.

Şimdi aynaya bakarken hem o gencin, hem de kendi kızımın katilini görüyorum yüzümde. Çünkü, çok iyi biliyorum, benim ettiğim bedduaydı onların başına bu felaketi getiren. Bunun içindir ki yolum mezara yaklaşırken, Tanrı'dan bağışlanma diliyorum.'

Ama yaşlı adam bunları anlatırken, tuhaftır, sesinde sanki yaptığı bedduanın gücüyle gurur duyduğunu hissettiren bir övünme tonu varmış gibi geldi bana."

(Halil Cibran. Gezgin. Çev. Cahit Koytak. Kapı Yayınları, 2012: s. 75)

25.6.13

Bir ziyaret

"Bu kahrolası yeryüzünün o büyük yalnızı.

Onu ne denli seviyorum.

Dün kız kardeşinin evinin önünde durdum. Via Corso Poscoli 9. Sini/Pavese zilini birkaç kez çaldım. Beş giriş kapısı olan, büyük bir yapı. Kentin yeni gelişen yörelerinde. Yüzlerce pencere gerisinde, yüzlerce ailenin barındığını yansıtan bu büyük yeni yapılar ne denli dayanılmaz bir görünüm içinde karşımda. Özellikle temmuz günü sıcağının parlak ışığı altında Maria, seksen dört yaşında. Burada kızı ile yaşıyor. Kızı hiç evlenmemiş. İlkin babasına bakmış, şimdi de annesine bakıyor. Pavese'nin "Yalnız Kadınlar" romanını düşünüyorum. Bazı insanlar sabır, bazıları sabırsızlık dolu. Ben ikincilerdenim. Bu can sıkıcı büyük yeni yapı altında, ilk kez onun intiharını sevinçle karşılıyorum. Yaşamadığına, burada oturmadığına, kentin bu yeni mahallelerine hiç taşınmadığına, bu sokakları, bu evleri görmediğine seviniyorum.. Bu caddeler ve evlerin yüzleri, insana korku veren parlak ışıkla bezeli. İnsan neden bu yaşama daha çok katlansın. Neden bu dayanılmaz yalnızlığa daha çok katlansın. Neden bu parlak ve zamansız ışığa daha çok katlansın. Neden kendisiyle birlikte doğmuş intihar özlemini daha çok taşısın."


(Tezer Özlü'nün çok ama çok güzel kitabı Yaşamın Ucuna Yolculuk'tan. Üzülmeli sevinmeli mi bilmiyorum ama Pavese'yi hiçbir kadın bu kadar çok sevmemiştir. Ne yaşarken ne öldükten sonra.)

22.6.13

Yasaklı kitaplar

Hamid Dabashi'nin Ketlenmiş Halk: İran isimli kitabı ülkenin 200 yıllık kültür ve siyaset tarihini iç içe anlatıyor ve içerdiği yoğun bilgiye nispeten çok kolay okunuyor. Bol hikâyeli, bol tecrübe aktarımlı bir metin olmasında büyük ölçüde bu kolay akışın sırrı. Öyle ki Dabashi bütün metni bir "hikâye avcısı" edasıyla kotarıyor.

Ama gelin görün ki, söz konusu hikâyeleştirme eğiliminin koca ülkenin tecrübesini indirgediğini ve seyreltikleştirdiğini düşünmeden edemiyorsunuz. Tatlılaştırırken ve sıradan okur için akıcı kılarken hakikati kaybettiğinizi, en azından "modifiye edilmiş" bir hakikatla karşı karşıya kaldığınızı hissetmeniz işten değil.

Kitapta, "inananayım mı?" diye kendimle ve Hamid Bey'le kavga ettiğim sayısız "tatlı" yerden biri aşağıda. Güzel, hoş, manidar ama inanayım mı?

"(Yasaklı) kitapları okumaktan duyulan yıkıcı haz, benimle aynı kuşaktan olan ve kolayca bulunan kitaplara yasal oldukları için kuşkuyla yaklaşan İranlıların en belirleyici özelliği olmuştur hep. 1976'da ABD'ye gelip Pennsylvania Üniversitesi'nde eğitim almak üzere Philadelphia'ya gittiğimde, yaklaşık bir sene boyunca üniversitenin kitabevine gidip Marx'ın kitaplarıyla dolu raflara bakıp durdum. Hem de yanlarına yaklaşma bir türlü cesaret edemeden, zira CIA'nın (ya da başka bir gizli örgütün) bu düzen karşıt kitapları satın alanları izlediği konusunda en ufak şüphem yoktu. Yan raftaki Joseph Conrad kitaplarına bakıyormuş gibi yaparak belli bir mesafeden Kapital'in hacimli ciltlerine bakar, bu arada da dükkândaki güvenlik kameralarını kontrol ederdim endişeyle (ve içimden, 'bu akılsız Amerikalıları işte böyle kandırıyorlar' diye geçirirdim). Bu kameraların kaydettiği görüntülerin doğrudan CIA'nın Philadephia ofisine gönderildiğini ve burada bir SAVAK [İran gizli servisi] ajanının oturup kahvesini yudumlarken beni büyük ağabeyimiz Yoldaş Karl'ın bir kitabını alırken izlediğini (kâbuslarıma bile giriyordu bu) ancak benimki gibi üstün (ve komplolara karşı tetikte) bir zekâya sahip olanlar bilebilirdi. Haftalar ve aylar boyunca Marx'ın bu çok güzel baskılarını uzaktan izlerken ne de büyük bir dehşet ve coşku yaşamıştım. En sonunda bütün cesaretimi toplayarak, bunlardan birini (hatırladığım kadarıyla Alman İdeolojisi) aldım, bir sürü Conrad ve Hemingway'in arasına sakladım ve kitabevinin kırtasiye bölümünde bir köşeye geçip Karanlığın Yüreği'nin arasında okudum. Kararımı verip birkaç kitap seçmem, ki bunların arasında Kapital'in üç cildi de vardı, kitapları kasaya götürüp satın aldıktan sonra eve gitmem, belki bir (belki iki) yılımı aldı. Bu süre zarfında Marx'ı gömleğimin içine sokup kitabevinden çalmayı pek çok kez aklımdan geçirmiştim."


(Hamid Dabashi. İran: Ketlenmiş Halk. Çev. Emine Ayhan. İstanbul: Metis, 2008: 122-23.)

13.5.13

Orta yapılı, sarı renkli, uzun yüzlü, kısa sakallı ve küçük beyinli bir adam.


Azkayin Çoçer (Milletin Kodamanları) Hagop Baronyan'ın (1843-1891) 19. yüzyılın kültürel ortamını daha yakından anlamamızı sağlayacak önemli eserlerinden biri. Baronyan kitapta, her zamanki satirik üslubuyla, dönemin önemli şahsiyetleri hakkında kısa denemeler kaleme almış. Bunlardan  Güllü Agop (Hagop Vartovyan) hakkında olanı birkaç sene önce Mimesis dergisi için tercüme etmiştim. Tanzimat'ın büyük yazarının, Osmanlı'da modern tiyatronun kurucusu hakkında yazdığı bu metin dönem hakkında pek çok ima ve göndermeyle süslü:

6.5.13

Fotoğraf

"Hepsi de her zaman güzel ve mutlu görünmek istiyorlar fotoğraflarda, hepsi de çirkin ve mutsuz oldukları halde. Fotoğrafa sığınıyorlar, kasten, onları tümüyle sahtelik içinde mutlu ve güzel ya da hiç değilse gerçekte olduklarından daha az çirkin ve daha az mutsuz gösteren fotoğrafta büzülüp kalıyorlar. Fotoğraftan, arzuladıkları ideal görüntüye ulaşmayı umuyorlar, fotoğrafta arzulanan ve ideal olan bu görüntüyü yaratmak için, en korkunç çarpıtma bile olabilir bu, her türlü aracı kullanıyorlar. Bu arada kendilerini ne kadar korkunç ve ürkütücü biçimde rezil ettiklerinin farkına bile varmıyorlar. Fotoğraftaki güzel bir insan her durumda en çirkin olan, mutlu gözüken de kesinlikle en mutsuzu. Kendi çektirdikleri fotoğrafları evlerine asıyorlar, güzel ve mutlu bir dünya olarak, oysa gerçekte bu dünya en çirkin ve en mutsuz ve en yalan olan. Gözlerini duvarlardaki güzel ve mutlu resimlerine dikip ömür boyu onları seyrediyor ve tatmin duygusu hissediyorlar, oysa onlara bakarken iğrenmeleri gerekirdi. Ama düşünmüyorlar, bu da onları çirkin, mutsuz ve yalan olduklarını anlamaktan koruyor. O kadar ileriye gidiyorlar ki, onları çirkin ve mutsuz ve kalın kafalı ve hain kişiler olarak bilen konuklarına, davet sahibi olarak, mutlu ve güzel insanlar gibi göründüklerine inandıkları bu fotoğrafları gösteriyorlar, onları gerçekten tanıyan, dolayısıyla bu fotoğraflardakilerin yalancı, bütünüyle sahtekâr ve yitik olduğunu bilen insanlara bile bu fotoğrafları göstermeye utanmıyorlar."


(Thomas Bernhard. Yok Etme, Bir Parçalanma. Çev. Sezer Duru. YKY. S. 81) 

5.5.13

Edebiyat ve Yoksulluk

1) 2000'lerin ilk on yılında edebiyatta yoksulluk temsilleri üzerine belirli bir eleştirel ilgi vardı. Muhtemelen yükselen refah devleti - sosyal devlet tartışmalarının bir uzantısı da olan bu ilgi son birkaç senede azaldı.

2) Yoksulluğun temsili üzerine düşünmek ister istemez başka bir tartışmayı çağırıyor: Yoksulun, yoksulluğun dili. Ama temsil üzerine düşünmek, yoksulun kendini ifade edişine ulaşmak ve gömülü bir dili keşfetmek anlamına gelmiyor. Bu da temsil analizini bir söylem analizinden ibaret kılıyor, bir anlamda tıkıyor.

3) Kent değiştikçe yoksulluk da değişiyor. Söz konusu eleştirel ilgi azalmasında ve tıkanmada yoksulluğun yeni halinin ya da hallerinin etkisi nedir? Aynı azalma yoksulluğu anlatma talebinde de var mı?

Bir + Bir'in Mayıs sayısında yayımlanan Nurdan Gürbilek'in Orhan Kemal ile Kemalettin Tuğcu'daki yoksulluk temsillerini çocuk kahramanlar üzerinden karşılaştırdığı yazıda bu notlara ve sorulara dair çok şey var:

26.4.13

Bu bana pek de sanat eseriymiş gibi gelmedi.

"Pahalı işleriyle tanınan popüler İngiliz sanatçı Damien Hirst'ün salı günü bir Mayfair galerisinin vitrinine yerleştirdiği enstalasyon çalışması, aynı gece, eseri çöp sandığını söyleyen bir temizlik görevlisi tarafından kaldırılıp çöpe atıldı.

Yarı dolu kahve fincanları, sigara izmaritleriyle dolu kül tabloları, boş bira şişeleri, üzerinde boya bulaşığı olan bir palet, şövale, merdiven, fırçalar, şeker ambalajları ve yere yayılmış gazetelerden oluşan eser Eyestorm Galerisi'nin sergi açılışı öncesinde düzenlediği V.I.P. galasında tanıttığı sınırlı sayıdaki eserin temel parçasıydı...

Bu esere imzasını atan kişi, Genç İngiliz Sanatçılar diye bilinen bir grup kavramsal sanatçının en ünlü üyesi 35 yaşındaki Hirst'tü; galerinin özel projeler başkanı Heidi Reitmaier, bu eserin satış değerini 'altı hanelerle' ya da 'yüz binlerce dolarla' ifade etti ve şöyle dedi: 'Bu orijinal bir Damien Hirst.'

...54 yaşındaki temizlik görevlisi Emmanuel Asare, The Evening Standard'a yaptığı açıklamada, 'Onu görür görmez bir ah çektim, çünkü her şey darmadağınıktı. Bu bana pek de sanat eseriymiş gibi gelmedi. Bu yüzden de her şeyi toplayıp attım," dedi.

... Yaşanan karışıklıktan üzüntü duymak bir yana, Hirst bu habere 'aşırı derecede komik' diye tepki verdi. Bayan Reitmaier'in söylediğine göre '...Hirst, sanatsal çalışmalarında sanatın günlük yaşamla ilişkisi üzerinde durduğu için olaya herkesten çok güldü."


(Warren Hage. "Sanat Yaşamı Taklit Ediyor, Belki de Taklitte Fazla İyi". Aktaran. Donald Kuspit. Sanatın Sonu. Çev. Yasemin Tezgiden. Metis, 2006: 13-14.)

31.1.13

Büyük Hayaller

Sarkis Srents'in 1912-1913 yıllarında Ermeniceden Türkçeye çevirip Servet-i Fünun dergisinde yayımladığı hikâyeler hakkında çeşitli övgü yazıları yayımlanmış. Bunlardan biri Harutyun Şahrigyan'a ait. Yazının sonunda şöyle diyor Şahrigyan:

"Şüphe etmem ki milliyet niteliği hakkında milletlerin hüviyetleri ve onların yaşama hakları, toplumsal ve siyasi organlarının düzenleme ve oluşturulması, gaye ve maksatları, insanlık ve medeniyet hakkında neyi nasıl düşündüğümüzü gösteren edebiyatımız Türk diline aktarıldıkça şimdi önceden kestiremeyeceğimiz ve beklenmedik sonuçlar, etkiler meydana getirecek ve bu sonuçlarla etkiler amaca hizmet edeceklerdir.

İşte yalnız o vakit "Beni anlayan benim olur" ve yine "Beni seven beni anlar" gerçeklikleri aramızda cereyan eden ilişkiden yana meyveler verir ve bize de yaşama hakkı teslim edilir. Sonra da bir hürmet hissi meydana gelir. Nihayet karşılıklı özveriyle bir olgunluğa erişilir, genel bir gayeye doğru el ele dostluğa ulaşılır. Ortak vatanın refahı uğrunda beraber çalışırız.