10.8.13

Amerikan sinemasının susturduğu

Tennessee Williams'ın Kızgın Damdaki Kedi'sinin üç hali arasındaki fark ibretlik.

Bir edebi eser olarak, modern trajedinin iyi örneklerinden biri. Gündelik hayata sinmiş, göz göre göre kabul edilmiş, hatta ödüllendirilmiş riya'ya dair eşsiz bir metin. Okuyucuyu sorulara boğan ama kusursuz bir incelikle cevapsız bırakan, eh işte tam buradan trajediyi yaratan bir başyapıt.

Bir tiyatro performansı olarak trajik kudretine müdahale edilmiş, nispeten sessizleştirilmiş bir eser. Oyunu yazımının hemen ertesinde sahneye koyan Elia Kazan üçüncü perdeyi büyük oranda değiştirtmiş. Bu değişikliklerle metindeki trajediyi sırtında taşıyan, "büyük yenik" Brick'e ses verilmiş, genç adam normalleştirilmiş, hatta nispeten iyileştirilmiş. Metinde hiç olmayan bir umut hissi oyunda yeşertilmiş.

Bir film olarak ise trajediye tastamam hokus pokus yapılmış. Richard Brooks'un çektiği 1958 tarihli uyarlamada Brick'le en yakın arkadaşı Skipper arasındaki eşcinsellik iması unutulmuş; Brick'in karısı Maggie, yani kızgın damdaki kedi, Skipper'la yatan, intiharına sebep olan ve Brick'e koca bir karanlık armağan eden "şirin kötü"den suçsuz bir meleğe çevrilmiş. Zaten filmin sonu da pek mutlu bitiyor. Holivut'un mutlu son'a tapan romanslarından birinde olduğunuzu düşünmek işten değil.

Hep kafama takılan Williams'ın böyle bir tecavüze nasıl izin verdiği. Sahneye koyulurken yapılan değişiklikleri, "napayım, Elia Kazan'ın yönetmesini istiyordum, çok razı değildim ama evet demek durumunda kaldım" şeklinde açıklıyor. Lakin filmin Holivutlaşmasını nasıl meşrulaştırdığını bilmiyorum.

Böylece kültür piyasasının sıkı, sert, huzursuz eden bir "açık metin"i nasıl evcilleştirdiğini, nasıl salak bir "kapalı metin"e dönüştürdüğünü bir kez daha görüyoruz. Büyük yazar Williams'ın gösterdiği rıza üzerine ise ayrıca düşünülmeli. 

7.8.13

Dünya hiçbir şey hissetmeyenlere aittir

Modern edebiyatın birçok başyapıtı eyleyemeyenlerin, uyamayanların, oyuna dahil olamayanların "hayatı kıvıranlar"a karşı bir saldırısı olarak okunabilir. Öfkeyle ironi arasında salınan bir saldırı olarak.

Fakat, Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nda ruhdaşlarına kıyasla daha az öfke, daha az ironi var. Kendi "uyumsuz" hayatının faziletlerini arar, mitolojisini kurarken başkalarıyla ilgilenmeyecek kadar meşgul ya da mağrur bir yazarla karşı karşıyayız. 

Ama bu dışarıyı umursamayan tavır yer yer yırtılıyor, arkadan bağırmak isteyen, kavga etmek isteyen öfkeli bir genç adam fırlıyor. Bir yerde "Esas ayrım uyumlularla uyumsuzlar arasında: Kalanı edebiyat hem de kötü edebiyat" (269) diyor mesela; kendisine düşman biçiyor, kardeş arıyor. Ama öfkesinin en hoş yerleri hep özenle geri durduğu saldırı timine bütün özeni bir kenara bırakarak katıldığında ortaya çıkıyor: 

5.8.13

Osmanlı'nın birliği

Krikor Zohrab'ın II. Meşrutiyet döneminde Meclis'te yaptığı konuşmalar çok etkileyici. Talat Paşa'nın yakın arkadaşı da olan bu önemli Osmanlı aydını diyalog ve eşit vatandaşlık temelinde muhabbetle kurulacak çoğulcu bir Osmanlı arıyor, kurmak için elini taşın altına koyuyor:

"Peki, Osmanlı'nın birliği nasıl temin edilir? Mecelle'de 'şirket-i ihtiyariye' (isteğe bağlı), 'şirket-i cebriye' şeklinde iki şirketten bahsedilir. Cebri şirket, mesela varislerin bizzat bilmecburiye müşterek olmalarından ibarettir. İhtiyari şirket ise, samimi bir kalple bilerek, isteyerek ciddi bir şirket kurulmasıdır. Hükümetin bize getirdiği nizamnameler, cebri bir şirketi meydana getirmek isteği ile yapılmıştır. Bu doğru değildir ve dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Her yerde, hükümetler hususi emellerden korkmuştur. Ama bu gibi yollara tevessül etmezler. Hükümet, anasır isimleriyle cemiyet teşkil olmasın, daha kaba bir tabirle Ermeni ismini, Arap ismini kullanmasın, Osmanlılık bu suretle daha fazla ilerler diyor.

Açıkça söylenmiyorsa da, anasır-ı muhtelifeyi yekdiğerinden ayıran en mühim temel nedir? Dil, tarih, görenekler ve ahlak meseleleridir. Unsur denilen, ırk denilen şey bu üç esasın teşekkülüyle olur. Hükümet bunları birleştirmek için bunların dillerini, ahlak, görenek ve tabii gelişme seyirlerini birleştirmeye çalışıyor. Fakat bu maddeten mümkün müdür? Hayır! En fakir, en sefil unsurlar, mesela Çingeneler -ki onları tahkir için söylemiyorum, mağdur unsur olmaları itibariyle söylüyorum- her yerde hakir görüldükleri, siyasi mevcudiyetleri olmadığı halde, her yerde oldukları gibi burada da mevcutlar. Demek ki sun'i gayretler boşunadır. Bunun yerine adalet, muhabbet tesis etmeliyiz. Osmanlının birliği bununla teessüs eder, baskılarla olmaz. Her baskı bir tepki meydana getirir. Bu ise ayrımcılıktan başka bir netice vermez. Binaenaleyh, arkadaşlarımdan Osmanlı birliği için her fedakarlığı, her gayreti göstermelerini rica ederim. Maruzatım budur."
(Akt: Nesim Ovadya İzrail. Krikor Zohrab: 1915 Bir Ölüm Yolculuğu. Pencere Yayınları: s. 182)

Zohrab'ın sözleri üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçti. Hâlâ o "adalet ve muhabbet"ten çok uzağız.

Milliyetçiliğin yaptığı kafayı başka hiçbir şey yapmıyor, etkisi de bir türlü geçmiyor.

1.8.13

Bir boşanma sebebi olarak Sartre

"Sinaritçi Baki diye ün yapmıştı o yıllar Büyükada'da. [...] Sait Faik'in öykülerinden etkilenmişti sanırım. Yazarlar, çizerlerle görünmesi adı çevresinde bir hale yaratmıştı: Bazı entelektüel hanımlar çok merak ederlerdi. Bahçe içinde, ayakta zor duran bir evi vardı. [...] Jean Paul Sartre, yalnızca genç edebiyatçılar kuşağını değil, Balıkçı Baki'yi de cin çarpmışa döndürmüştü. Karısından boşanmasının baş sorumlusu olarak görüyordu Sartre'ı. Şöyle demişti bir gün: 'Bunaltı, cehennem başkalarıdır falan derken, karıdan boşandık'."

(Ahmet Oktay'ın Gizli Çekmece kitabından aktaran Jale Özata Dirlikyapan, Kabuğunu Kıran Hikaye, s. 45.)