(Kitap-lık dergisinin 111. sayısında (Ağustos - 2007) yayımlandı)
Toplumsal gerçeğin sanat eseri içinde temsili üzerine düşünmenin uzun tarihini özetlemek kolay değil. Birbiri içine geçmiş pek çok farklı anlama biçimi çıkıyor karşımıza. Ama en kaba haliyle şöyle bir genelleme mümkün görünüyor: Estetik tarihine baktığımızda önceleri meselenin sadece temsilin, onu önceleyen gerçekle kurduğu ilişki olduğunun düşünüldüğünü görüyoruz. Basitleştirerek söylersek bu görüş açısından sanat eseri gerçeğin dolaylı ya da dolaysız bir yansımasından başka bir şey değil. Fakat bugün öne çıkan yaklaşım çok farklı, zira artık işin içine temsilin kurucu gücü girmiş durumda. Buna göre anlatılan gerçeği kuran, oluşturan şeyin ta kendisi temsil.
Dolayısıyla gerçekliğe dair şüphenin temsilin gerçeği yansıtma kabiliyetine dair şüpheyle iç içe geçtiği bir anlama biçiminin içindeyiz. Burada eserde anlatılanın bir ortak geçmişe ait olması, sorunsalı iyice karmaşık hale getiriyor. Çünkü bu durumda geçmiş pek çok başka anlatı içinde zaten yaratılmış durumda. Sanat eseri içinde yeniden yaratılan geçmiş bu anlatı kümesiyle zorunlu bir alışveriş içerisinde bulunuyor ve bu alışveriş boyunca hem şekilleniyor hem de var olan kümeyi şekillendiriyor.
Türkçe edebiyatı tartışırken de, esasında bu sorunun tam göbeğindeyiz. Bakılırsa, son dönemlerde ulusal anlatının nasıl oluştuğu üzerine yazıların ya da ulusal kanonun varlığı üzerine tartışmaların hızla arttığı görülecek. Tüm bu çalışmaların içinde 19. yüzyıl modern Osmanlı edebiyatı bir köken edebiyat sunduğu için önemseniyor. Şu da var ki, Osmanlı’nın son çağına başından beri belli ölçüde romanların içinden bakıyoruz. Bugün artık iyice kanıksamış olduğumuz “Aşırı Batılılaşma”, “züppelik”, “özünü kaybetmeden Batılılaşma” ya da üzerinde giderek daha çok düşünmeye başladığımız “kadınsılaşma endişesi”, “transvestit karakterler ve kültür” gibi kavram öbekleri hem romanları hem Osmanlı zihniyetini anlamaya yönelik melez bir çabanın araçları. Bu araçlar Osmanlı tarihi bağlamından tüm bir modernleşme tarihini anlamaya teşmil edilebildikçe değerleniyorlar.
Fakat burada tekrar sorunsallaştırılması gereken bir mesele var: Osmanlının son dönemini anlama çabasıyla Türk modernleşmesini anlamaya çalışmanın neredeyse tek ve homojen bir meseleymiş gibi kurulması. Bu durum doğrudan bir seçme ayıklama sorununu da ortaya çıkarıyor. Bu süreçte ilk elenenler Müslüman-Türk olmayan yazarların ürünleri oluyor. Oysa Osmanlının son döneminde yazılmış eserlerin pek çoğu doğrudan Osmanlı’nın zamane haliyle diyalog içinde olan, onu tartışan ve onun içinden şekillenen metinler. Dolayısıyla buradan bakarak o zamanı anlamaya çalışan kişinin bunlarla kuracağı diyalogda Osmanlı’nın metinsel gerçekliği tüm canlılığıyla bu eserlerde de deviniyor, tıpkı Namık Kemal’in ya da Ahmet Mithat’ınkilerde olduğu gibi.
Bu metinlerin seçkin örneklerinden biri olan Zabel Yesayan’ın Silahtarın Bahçeleri (Silihdirin Bardeznerı) adlı yapıtı Belge yayınları tarafından yakın zamanda Türkçeleştirildi.[1] Yesayan 1878 Üsküdar doğumlu bir Osmanlı-Ermeni yazarı. Yüzyıl başında İstanbul’un en önemli yazarlarından biri haline gelmiş. Hayatının bir kısmını Fransa’da geçiren ve dönemin Avrupa edebiyatını yakından tanıyan yazar Ermeni cemaati içinde de hep ayrıksı bir figür olmuş. Yazdığı psikolojik romanlar hem ilgi görmüş hem de tepki çekmiş. Hayatının son dönemlerini Sovyetler Birliği’ne ve toplumcu gerçekçiliğe adayan Yesayan’ın ömrü Sibirya’da bir toplama kampında sona ermiş.[2]
Silahtarın Bahçeleri yazarın çocukluk anılarını anlattığı bir kurmaca-belgesel eser. 1935 yılında Erivan’da yayınlanmış kitabın Yesayan için, en kolay ifadesiyle, yıllar sonrasından köklü bir kaybın hatırlanması olduğu söylenebilir. Yazar, 1915 yılında İstanbul’dan kaçmış ve bir daha geri gelmemiş; ömrünün geri kalan kısmını ise Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde geçirmiş. Dolayısıyla, kendi uzak geçmişine dair özellikle mekânsal işaretlerin hepsini yitirmiş; doğduğu topraklara bir daha dönemeyecek, hatırlamaya mahkûm bir anlatıcıyla karşı karşıyayız. Bu sancılı hatırlama faaliyetinin odağında dönüşen Osmanlı hayatının bir bölümünün temsili var. Dolayısıyla kitabın Osmanlı’nın son çeyrek yüzyılına farklı bir açıdan görme fırsatı verdiği iddia edilebilir. Kendini modernleşme sürecinin öznesi kabul eden yazar öznenin yerine; dışarıda bırakılanın, süreçle özdeşleşme şansını tamamen yitirmiş olanın bakış açısından görme fırsatı bu.
Kitabın en ilgi çekici taraflarından biri doğrudan devrin siyasal meseleleriyle uğraşmayıp, gündelik hayata odaklanması. Bu gündelik hayatın merkezinde İstanbul’un Üsküdar semti ile Yesayan’ın kendi çocukluk evi, ailesi, mahallesi ve okulu bulunuyor ve yazar dikkat çekici bir ayrıntı düşkünlüğüyle, her ayrıntıyı titizlikle anlamlandırarak kuruyor eserini. Ama daha önemli nokta bu otobiyografik eserin anlattığı devre ait, yani 1880’lerin Osmanlı İstanbul’u hakkında eşsiz bir zihniyet dünyasını temsil etmesi. Bu noktayı biraz daha açalım.
Silahtarın Bahçeleri’nin tam bir çoğulluk alanı olduğunu söylemek mümkün. Bir kahramanlar sergisi karşısındayız öncelikle. Her türden ve her halden insanın; isyan edenlerin ve susanların, direnenlerin ve geri çekilenlerin, kaçanların ve kıpırdayamayanların, umursamayanların ve delirenlerin, sürekli somurtanların ve sebepsiz gülenlerin sergisindeyiz. Yesayan, derinden hayran olduğu Balzac’a nazire yaparcasına bir karakter çeşitliliği çıkarıyor önümüze. Ama tüm bu insan çoğulluğun bir de öteki yüzü var: Bu sergi aynı zamanda Ermeniler, Museviler, Rumlar, Türklerden müteşekkil bir Osmanlı sergisi de. Tüm bu oyuncular çatışmalarla dolu bir alemi deneyimliyorlar. Bu alemde dinsel alışkanlıkların, etnik çatışmaların, sınıfsal farklılıkların ve idari krizin çok çeşitli yansımalarını görüyoruz. Yesayan ince bir mercekle küçük olayların içinde tüm bu karmaşık zihniyet dünyasına çağırıyor okuyucusunu.
Buradan çıkarak Yesayan’ın çocukluk anlatısının bir kriz dönemine tekabül ettiği söylenebilir. İmparatorluğun etnik unsurları arasındaki ilişkilerin giderek sertleştiği bir dönem bu. Ama her ne kadar eserin arkaplânı bu sertleşme dönemini hissettirse de, Yesayan’ın esas ilgisi gözlemlediği insanlar arasındaki ilişkiler ve bir çocuğun tüm bu ilişkilerin karmaşık doğasını anlama çabası içinde büyümesi. Böyle bir bakış dahilinde türlü insanlar ve türlü yaşamları anlatılıyor. Tüm bu anlatının her noktasına inceden inceye sızmış olan ve büyümekte olan çocuğun anlam dünyasını adım adım şekillendiren kötülük hissi dikkat çekici. Burada, Yesayan gündelik yaşamın içinde var olan ve hiçbir ırka ya da dine atfedilemeyecek içkin kötülükten bahsediyor. Onun dönüp dolaşıp geldiği yer annesi sinir buhranları geçirdiğinde kendisine “Artık annen falan yok […], kendine gel!” diyen komşu kadının ya da mahalleden geçen kambur Musevi tenekeciye saldırıp yere yıkan küçük çocukların kötülüğü.
Eserde baba çok önemli bir yere sahip, zira Yesayan babasını bu kötülükler aleminde bir yol gösterici olarak resmetmiş. Baba hem evin karanlığını, melankolik boğuntusunu yok eden kişi hem de kızı için bir iyilik ve doğruluk timsali. Herkese karşı adil, saygılı ve cömert olan babanın sıkça tekrarlanan ve altı çizilen özelliği iyiliği hiçbir zaman bir etnik ya da dini kimliğe bağlayarak kurmaması. Kızının tüm soruları karşısında sürekli bu bilinçle hareket ettiğini görüyoruz:
“Musevilerin kötü bir halk olduğu doğru mu?”
“Kötü halk yoktur çocuğum” diye yanıtladı babam. “Yalnızca kötü insanlar ve iyi insanlar vardır.” (80)
Yesayan’ın sadece yetiştirilmesinin değil hatırlama biçiminin de babanın bu bakış altında şekillenmiş olduğunu söylemek zor değil. Eserde Yesayan arkadaşı Maltepe’de tanıştığı 15 yaşındaki Faize’yi ve amcası Dr. Nihat Bey’i de bu pencereden hatırlıyor. Melankolik ve zayıf Faize’nin istibdat karşıtı yakışıklı amcası Nihat Bey silik bir ilk aşk hatırası olarak beliriyor kitapta. Onla beraber hatırlanan ise genç doktorun “Aramızdaki duvarlar ne zaman yıkılacak, kim bilir?” (104) cümlesi oluyor.
Tüm bunlardan sonra Yesayan’ın anlattığı çoğul zihniyet dünyası içinde eserinden bir itiraz ya da en azından bir tavır ürettiğini söyleyebiliriz. Buna göre Silahtarın Bahçeleri söz ettiğimiz çoğulluğun içinde şimdi artık sonsuza kadar kaybedilmiş olan bir ortak yaşama kültürüne ses veriyor ya da baştan beri kullandığım jargona bağlı kalırsam bu kültürü temsil ediyor. Bu noktanın altını çizerek yazının giriş kısmına dönebiliriz.
Silahtarın Bahçeleri bizim Türkiyeli okur olarak alıştığımız temsil pratiğine karşı duran bir edebiyat eseri. Bir şekilde alıştırılmış olduğumuz bu temsil pratiği basit ikili karşıtlıkların hakimiyeti altında bizi bir uluslaşma anlatısına götürüyor. Bu noktada alternatif temsil biçimleri sessizliğe itiliyor. Oysa bu alternatif biçimlere ses kazandırıldığında, yani okura ulaştırıldığında, geçmiş algısının dönüşmesi için alternatif bir kuvvet ortaya çıkıyor, metinler denklemi yeni bir dönüşüme zorlanıyor. Bu dönüşümün tarihi yeniden kurduğu ve daha önemlisi tarihin anlam dünyasını çoğullaştırdığı ısrarla vurgulanmalı. O zaman geçmişin farklı temsillerine şans vermenin tarihi dondurmamak için, bitmeyecek bir tartışmanın ya da daha güzel ifadeyle, bir sorgulamanın nesnesi kılmak için elzem olduğu görülmeli. Bu noktada yazıyı Yesayan’ın Maltepe’de geçirdiği yazlar hakkındaki sözleriyle bitirelim; evet yapacak başka şey kalmadığında yazıda temsil etmekten başka sığınak kalmıyor:
“Bunları düşünüyor, o günleri yeniden yaşıyor, hiç durmadan onlardan bahsediyordum ve kendi neşemi başkalarına bulaştıramadığımı fark ettiğimde kederle doluyor, sessizleşiyor ve eninde sonunda bir gün bu bastırılmış hayaller ve duyguları yazarak yeniden canlandırmak zorunda olduğum düşüncesine teslim ediyordum kendimi.” (101)
Yesayan da tüm yazarlar gibi bu yeniden canlanan hayallere ve duygulara kulak kabartacak okurunu bekliyor.
[1] Yesayan, Zabel. Silahdarın Bahçeleri. Çev. Julide Değirmenciler. İstanbul: Belge Yayınları, 2006. Yazıdaki alıntılar bu eserden yapıldı. Belge yayınlarının baskısının içinde yazar hakkında bazı yazarlar ve başka eserlerinden de parçalar var. Kitap şu İngilizce eserden birebir çevrilmiş: Eseyean, Zapel. The Gardens of Silihdar & Other Writings. Haz. Ara Baliozian. New York: Ashod Press, 1982. Yayınevinin bu kitaba Elif Şafak’ın yazar üzerine bir yazısını ve yazarın Yıkıntılar Arasında adlı eserinden birkaç bölümü eklediğini de belirtelim.
[2] Yazar hakkında ayrıntılı bilgi için şu kaynağa bakılabilir: Bilal, Melisa ve Lerna Ekmekçioğlu der. Bir Adalet Feryadı: Osmanlıdan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar. İstanbul: Aras Yayıncılık, 2006.
Toplumsal gerçeğin sanat eseri içinde temsili üzerine düşünmenin uzun tarihini özetlemek kolay değil. Birbiri içine geçmiş pek çok farklı anlama biçimi çıkıyor karşımıza. Ama en kaba haliyle şöyle bir genelleme mümkün görünüyor: Estetik tarihine baktığımızda önceleri meselenin sadece temsilin, onu önceleyen gerçekle kurduğu ilişki olduğunun düşünüldüğünü görüyoruz. Basitleştirerek söylersek bu görüş açısından sanat eseri gerçeğin dolaylı ya da dolaysız bir yansımasından başka bir şey değil. Fakat bugün öne çıkan yaklaşım çok farklı, zira artık işin içine temsilin kurucu gücü girmiş durumda. Buna göre anlatılan gerçeği kuran, oluşturan şeyin ta kendisi temsil.
Dolayısıyla gerçekliğe dair şüphenin temsilin gerçeği yansıtma kabiliyetine dair şüpheyle iç içe geçtiği bir anlama biçiminin içindeyiz. Burada eserde anlatılanın bir ortak geçmişe ait olması, sorunsalı iyice karmaşık hale getiriyor. Çünkü bu durumda geçmiş pek çok başka anlatı içinde zaten yaratılmış durumda. Sanat eseri içinde yeniden yaratılan geçmiş bu anlatı kümesiyle zorunlu bir alışveriş içerisinde bulunuyor ve bu alışveriş boyunca hem şekilleniyor hem de var olan kümeyi şekillendiriyor.
Türkçe edebiyatı tartışırken de, esasında bu sorunun tam göbeğindeyiz. Bakılırsa, son dönemlerde ulusal anlatının nasıl oluştuğu üzerine yazıların ya da ulusal kanonun varlığı üzerine tartışmaların hızla arttığı görülecek. Tüm bu çalışmaların içinde 19. yüzyıl modern Osmanlı edebiyatı bir köken edebiyat sunduğu için önemseniyor. Şu da var ki, Osmanlı’nın son çağına başından beri belli ölçüde romanların içinden bakıyoruz. Bugün artık iyice kanıksamış olduğumuz “Aşırı Batılılaşma”, “züppelik”, “özünü kaybetmeden Batılılaşma” ya da üzerinde giderek daha çok düşünmeye başladığımız “kadınsılaşma endişesi”, “transvestit karakterler ve kültür” gibi kavram öbekleri hem romanları hem Osmanlı zihniyetini anlamaya yönelik melez bir çabanın araçları. Bu araçlar Osmanlı tarihi bağlamından tüm bir modernleşme tarihini anlamaya teşmil edilebildikçe değerleniyorlar.
Fakat burada tekrar sorunsallaştırılması gereken bir mesele var: Osmanlının son dönemini anlama çabasıyla Türk modernleşmesini anlamaya çalışmanın neredeyse tek ve homojen bir meseleymiş gibi kurulması. Bu durum doğrudan bir seçme ayıklama sorununu da ortaya çıkarıyor. Bu süreçte ilk elenenler Müslüman-Türk olmayan yazarların ürünleri oluyor. Oysa Osmanlının son döneminde yazılmış eserlerin pek çoğu doğrudan Osmanlı’nın zamane haliyle diyalog içinde olan, onu tartışan ve onun içinden şekillenen metinler. Dolayısıyla buradan bakarak o zamanı anlamaya çalışan kişinin bunlarla kuracağı diyalogda Osmanlı’nın metinsel gerçekliği tüm canlılığıyla bu eserlerde de deviniyor, tıpkı Namık Kemal’in ya da Ahmet Mithat’ınkilerde olduğu gibi.
Bu metinlerin seçkin örneklerinden biri olan Zabel Yesayan’ın Silahtarın Bahçeleri (Silihdirin Bardeznerı) adlı yapıtı Belge yayınları tarafından yakın zamanda Türkçeleştirildi.[1] Yesayan 1878 Üsküdar doğumlu bir Osmanlı-Ermeni yazarı. Yüzyıl başında İstanbul’un en önemli yazarlarından biri haline gelmiş. Hayatının bir kısmını Fransa’da geçiren ve dönemin Avrupa edebiyatını yakından tanıyan yazar Ermeni cemaati içinde de hep ayrıksı bir figür olmuş. Yazdığı psikolojik romanlar hem ilgi görmüş hem de tepki çekmiş. Hayatının son dönemlerini Sovyetler Birliği’ne ve toplumcu gerçekçiliğe adayan Yesayan’ın ömrü Sibirya’da bir toplama kampında sona ermiş.[2]
Silahtarın Bahçeleri yazarın çocukluk anılarını anlattığı bir kurmaca-belgesel eser. 1935 yılında Erivan’da yayınlanmış kitabın Yesayan için, en kolay ifadesiyle, yıllar sonrasından köklü bir kaybın hatırlanması olduğu söylenebilir. Yazar, 1915 yılında İstanbul’dan kaçmış ve bir daha geri gelmemiş; ömrünün geri kalan kısmını ise Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde geçirmiş. Dolayısıyla, kendi uzak geçmişine dair özellikle mekânsal işaretlerin hepsini yitirmiş; doğduğu topraklara bir daha dönemeyecek, hatırlamaya mahkûm bir anlatıcıyla karşı karşıyayız. Bu sancılı hatırlama faaliyetinin odağında dönüşen Osmanlı hayatının bir bölümünün temsili var. Dolayısıyla kitabın Osmanlı’nın son çeyrek yüzyılına farklı bir açıdan görme fırsatı verdiği iddia edilebilir. Kendini modernleşme sürecinin öznesi kabul eden yazar öznenin yerine; dışarıda bırakılanın, süreçle özdeşleşme şansını tamamen yitirmiş olanın bakış açısından görme fırsatı bu.
Kitabın en ilgi çekici taraflarından biri doğrudan devrin siyasal meseleleriyle uğraşmayıp, gündelik hayata odaklanması. Bu gündelik hayatın merkezinde İstanbul’un Üsküdar semti ile Yesayan’ın kendi çocukluk evi, ailesi, mahallesi ve okulu bulunuyor ve yazar dikkat çekici bir ayrıntı düşkünlüğüyle, her ayrıntıyı titizlikle anlamlandırarak kuruyor eserini. Ama daha önemli nokta bu otobiyografik eserin anlattığı devre ait, yani 1880’lerin Osmanlı İstanbul’u hakkında eşsiz bir zihniyet dünyasını temsil etmesi. Bu noktayı biraz daha açalım.
Silahtarın Bahçeleri’nin tam bir çoğulluk alanı olduğunu söylemek mümkün. Bir kahramanlar sergisi karşısındayız öncelikle. Her türden ve her halden insanın; isyan edenlerin ve susanların, direnenlerin ve geri çekilenlerin, kaçanların ve kıpırdayamayanların, umursamayanların ve delirenlerin, sürekli somurtanların ve sebepsiz gülenlerin sergisindeyiz. Yesayan, derinden hayran olduğu Balzac’a nazire yaparcasına bir karakter çeşitliliği çıkarıyor önümüze. Ama tüm bu insan çoğulluğun bir de öteki yüzü var: Bu sergi aynı zamanda Ermeniler, Museviler, Rumlar, Türklerden müteşekkil bir Osmanlı sergisi de. Tüm bu oyuncular çatışmalarla dolu bir alemi deneyimliyorlar. Bu alemde dinsel alışkanlıkların, etnik çatışmaların, sınıfsal farklılıkların ve idari krizin çok çeşitli yansımalarını görüyoruz. Yesayan ince bir mercekle küçük olayların içinde tüm bu karmaşık zihniyet dünyasına çağırıyor okuyucusunu.
Buradan çıkarak Yesayan’ın çocukluk anlatısının bir kriz dönemine tekabül ettiği söylenebilir. İmparatorluğun etnik unsurları arasındaki ilişkilerin giderek sertleştiği bir dönem bu. Ama her ne kadar eserin arkaplânı bu sertleşme dönemini hissettirse de, Yesayan’ın esas ilgisi gözlemlediği insanlar arasındaki ilişkiler ve bir çocuğun tüm bu ilişkilerin karmaşık doğasını anlama çabası içinde büyümesi. Böyle bir bakış dahilinde türlü insanlar ve türlü yaşamları anlatılıyor. Tüm bu anlatının her noktasına inceden inceye sızmış olan ve büyümekte olan çocuğun anlam dünyasını adım adım şekillendiren kötülük hissi dikkat çekici. Burada, Yesayan gündelik yaşamın içinde var olan ve hiçbir ırka ya da dine atfedilemeyecek içkin kötülükten bahsediyor. Onun dönüp dolaşıp geldiği yer annesi sinir buhranları geçirdiğinde kendisine “Artık annen falan yok […], kendine gel!” diyen komşu kadının ya da mahalleden geçen kambur Musevi tenekeciye saldırıp yere yıkan küçük çocukların kötülüğü.
Eserde baba çok önemli bir yere sahip, zira Yesayan babasını bu kötülükler aleminde bir yol gösterici olarak resmetmiş. Baba hem evin karanlığını, melankolik boğuntusunu yok eden kişi hem de kızı için bir iyilik ve doğruluk timsali. Herkese karşı adil, saygılı ve cömert olan babanın sıkça tekrarlanan ve altı çizilen özelliği iyiliği hiçbir zaman bir etnik ya da dini kimliğe bağlayarak kurmaması. Kızının tüm soruları karşısında sürekli bu bilinçle hareket ettiğini görüyoruz:
“Musevilerin kötü bir halk olduğu doğru mu?”
“Kötü halk yoktur çocuğum” diye yanıtladı babam. “Yalnızca kötü insanlar ve iyi insanlar vardır.” (80)
Yesayan’ın sadece yetiştirilmesinin değil hatırlama biçiminin de babanın bu bakış altında şekillenmiş olduğunu söylemek zor değil. Eserde Yesayan arkadaşı Maltepe’de tanıştığı 15 yaşındaki Faize’yi ve amcası Dr. Nihat Bey’i de bu pencereden hatırlıyor. Melankolik ve zayıf Faize’nin istibdat karşıtı yakışıklı amcası Nihat Bey silik bir ilk aşk hatırası olarak beliriyor kitapta. Onla beraber hatırlanan ise genç doktorun “Aramızdaki duvarlar ne zaman yıkılacak, kim bilir?” (104) cümlesi oluyor.
Tüm bunlardan sonra Yesayan’ın anlattığı çoğul zihniyet dünyası içinde eserinden bir itiraz ya da en azından bir tavır ürettiğini söyleyebiliriz. Buna göre Silahtarın Bahçeleri söz ettiğimiz çoğulluğun içinde şimdi artık sonsuza kadar kaybedilmiş olan bir ortak yaşama kültürüne ses veriyor ya da baştan beri kullandığım jargona bağlı kalırsam bu kültürü temsil ediyor. Bu noktanın altını çizerek yazının giriş kısmına dönebiliriz.
Silahtarın Bahçeleri bizim Türkiyeli okur olarak alıştığımız temsil pratiğine karşı duran bir edebiyat eseri. Bir şekilde alıştırılmış olduğumuz bu temsil pratiği basit ikili karşıtlıkların hakimiyeti altında bizi bir uluslaşma anlatısına götürüyor. Bu noktada alternatif temsil biçimleri sessizliğe itiliyor. Oysa bu alternatif biçimlere ses kazandırıldığında, yani okura ulaştırıldığında, geçmiş algısının dönüşmesi için alternatif bir kuvvet ortaya çıkıyor, metinler denklemi yeni bir dönüşüme zorlanıyor. Bu dönüşümün tarihi yeniden kurduğu ve daha önemlisi tarihin anlam dünyasını çoğullaştırdığı ısrarla vurgulanmalı. O zaman geçmişin farklı temsillerine şans vermenin tarihi dondurmamak için, bitmeyecek bir tartışmanın ya da daha güzel ifadeyle, bir sorgulamanın nesnesi kılmak için elzem olduğu görülmeli. Bu noktada yazıyı Yesayan’ın Maltepe’de geçirdiği yazlar hakkındaki sözleriyle bitirelim; evet yapacak başka şey kalmadığında yazıda temsil etmekten başka sığınak kalmıyor:
“Bunları düşünüyor, o günleri yeniden yaşıyor, hiç durmadan onlardan bahsediyordum ve kendi neşemi başkalarına bulaştıramadığımı fark ettiğimde kederle doluyor, sessizleşiyor ve eninde sonunda bir gün bu bastırılmış hayaller ve duyguları yazarak yeniden canlandırmak zorunda olduğum düşüncesine teslim ediyordum kendimi.” (101)
Yesayan da tüm yazarlar gibi bu yeniden canlanan hayallere ve duygulara kulak kabartacak okurunu bekliyor.
[1] Yesayan, Zabel. Silahdarın Bahçeleri. Çev. Julide Değirmenciler. İstanbul: Belge Yayınları, 2006. Yazıdaki alıntılar bu eserden yapıldı. Belge yayınlarının baskısının içinde yazar hakkında bazı yazarlar ve başka eserlerinden de parçalar var. Kitap şu İngilizce eserden birebir çevrilmiş: Eseyean, Zapel. The Gardens of Silihdar & Other Writings. Haz. Ara Baliozian. New York: Ashod Press, 1982. Yayınevinin bu kitaba Elif Şafak’ın yazar üzerine bir yazısını ve yazarın Yıkıntılar Arasında adlı eserinden birkaç bölümü eklediğini de belirtelim.
[2] Yazar hakkında ayrıntılı bilgi için şu kaynağa bakılabilir: Bilal, Melisa ve Lerna Ekmekçioğlu der. Bir Adalet Feryadı: Osmanlıdan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar. İstanbul: Aras Yayıncılık, 2006.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder