30.7.13

Werther ve Faust

Takılıp kalan genç adamlar vardır. İçine bakan, baktıkça sonu olmayan bir kuyuya çekilen, kuyuda kaldıkça neşeyle ışığın tadını unutan, unuttukça kuyuda kalmaktan tat alan genç adamlar...

Bizim bugün okuyunca güldüğümüz, aşırı duygusallığına burun kıvırdığımız ve intiharını abartılı bulduğumuz Werther tam da böyle bir delikanlıdır. Lotte'nin aşkının kuyusunda kalmak ona başka hiçbir şeyde olmadığını düşündüğü hazzı vermiştir; kuyunun karanlığı dışarının aydınlığından çok daha anlamlı gelmiştir. (Aşkın olan kuyuda yaşadığıdır çünkü). Sonunda ölümü seçmesi ise bir aşk umutsuzluğu değil, dünya üzerinde bu aşkın sarhoşluğuyla tattığı aşkınlığın mutlak surette geçici, sönmeye yazgılı, hatta hayal olmasını bilmesindendir. Böylece intihar bir kurtuluş olur onun için. İsa'nın göğe çekilmesi, böylelikle geldiği kaynağa dönmesi nasıl sonsuz özgürlük demekse, Werther de içine fırlatıldığı ama zihinsel huzuru bulmanın düşten ibaret olduğunu anladığı dünyadan kendini azat eder, ölümden kurtuluş bekler.

Bir de takılıp kalmayan, aşan, deviren, kıran ama mesafe alan genç adamlar vardır. Zaman zaman şeytana boyun eğen, bazen en masumun kanına giren, sonra toplum için diğerleri için yani kendinin dışı için eylemenin yaşamın en hakiki amacı olduğuna gönül indiren genç adamlar. Ölümsüzlüğü, aşkınlığı yeryüzünde arayanlar.

Faust bu ikinci grubun alamet-i farikasıdır. Bilim yaparken, Gretchen'i ölüme mahkûm ederken, koca bir memleketi imar ederken, yaşlı ve savunmasız olanı düşüncesizce yok ederken düşse de kalkar, yaralansa da devam eder. Tek amacı dibine battığı kendi içinden, kendi kuyusundan çıkmaktır; aşılmaz zihinsel huzursuzluğunu dünyanın aletleriyle çözmektir.

Bu ayrımı koyduğumuzda, Bay Goethe'nin iki meşhur eserinden birincisinin bizim tecrübemizde değersizleşmesi, komikleşmesi, çocukça görünmesi; ve ikincisinin modern zamanların eşsiz bir metaforu olarak hayatımızı doldurmasına şaşmaya gerek yoktur.

Zira kuyuda bulduğunu Tanrı sayan kahraman sahneden kovulmuştur.




(James D. Wilson'un The Romantic Heroic Ideal (1982) kitabı aklıma bu iki genç adamı düşüren. Okunmaya değer, iyi yazılmış bir kitap. Faust'un bol kıvrımlı yaşamının neden modern zamanların şahane bir metaforu olarak okunabileceğine dair ise Marshall Berman'ın (Türkçe çevirisi mükemmel olan) Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'una bakılabilir.)

25.7.13

Ophelia'nın Fernando'ya yaptığı.

Fernando Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nı okumayı deneyenler hayatı kendilerine zehir edebilecek bir adamla karşı karşıya olduklarını hemen anlarlar. Kalp sıkıştıran, sonuna varması zor bir kitaptır bu. Tıpkı Pavese'nın Yaşama Uğraşı'nı  okurken olduğu gibi, bir yandan uzaklaşmak, ondan kurtulmak istersiniz; bir yandan da bu kurtulma çabasının yaşamın yalancılığının ta kendisi olduğunu bilir, kitabı elden bırakmayı kendinize yediremezsiniz. Okuyucunun kanını talep eden intikamcılardandır Pessoa.

Şimdi, Ophelia'ya Mektuplar'la karşıma çıkınca Pessoa'ya bir an inanamadım. Hayatının tek kadınına, "küçük sevgili bebeği"ne yazdığı çocuksu mektuplarda komik ve basit bir adam var. Komik, sevgi dolu, sık sık çocuklaşan, oyun peşinde bir genç adam. Okudukça sıkıldım, sıkıldıkça bu minik kitabı elimden atasım geldi.

Ama kazın ayağı öyle değil. Kitabın ikinci bölümünde Fernando'nun Ophelia'ya 10 yıl sonra yazdığı mektuplar var. Çocuksu aşk gitmiş, Huzursuzluğun Kitabı'ndan tanıdığımız Fernando gelmiş. Artık oyun oynayacak, aşklı sözlere kanacak hali yok. Daha yorgun, daha sert, huzursuz ve dahi umutsuz ve en önemlisi deliliğin kıyısında. Burası, Pessoa'nın çocukluğu bitirdiği edebiyatı başlattığı yer.

24.7.13

Yaşamlarını kimseye emanet etmeyenler.

"Utangaçlık asil bir huydur, ne yapacağını bilememek övünülesi, yaşama becerisinden yoksun olmak ise insanı yücelten bir özelliktir.

Can Sıkıntısı denen uzaklaşma ve Sanat denen küçümseme bizim ... [yaşamımıza] doyuma benzer bir şeyin parlaklığını verirken...

Çürümüşlüğümüzden doğan bu zayıf pırıltılar, hiç olmazsa, karanlıklarımızın ortasında bir ışıktır.

Sadece acı bizi büyütür, acının göğsünde bekleyen sıkıntı tıpkı eski kahramanların torunları gibi bir simgeye benzer.


Ben, genellikle kendi derinliklerimde bile henüz tasarlanmamış eylemlerin, dudaklarımı uzatırken aklıma bile getirmediğim sözcüklerin, tamamına erdirmeyi umursamadığım hayallerin kuyusuyum.

Ben, tam inşası sürerken inşa edenin düşünmekten bıktığı, oldu olası kendi yıkıntısından başka bir şey olmamış bir yapının yıkıntısıyım.

Yalnızca zevk aldıkları için zevk alanlardan nefret etmeyi, neşelerini paylaşmayı beceremediğimiz için neşeli insanları hor görmeyi ihmal etmeyelim sakın... Bu sahte küçümseme, bu bayağı kin altındaki toprakla kirlenmiş, kaba saba bir kaideden başka bir şey değildir, üzerinde Sıkıntı'mızın benzersiz, kibirli heykeli yükselir, yüzü sırrına erilmez bir gülümsemeyle kuşatılmış, karanlık bir figürdür o.


Ne mutlu yaşamlarını kimseye emanet etmeyenlere."


(Fernando Pessoa. Huzursuzluğun Kitabı. Çev. Saadet Özen. Can Yayınları, 2006: 76.)

Ve bugün bir köprünün tam ortasında.

21 Şubat 1930

"Birden başımı isimsiz varlığımdan kaldırıp, varoluş biçimimi açıkça biliverdim, sanki büyücü bir yazgı bendeki eski bir körlüğü ameliyat etmiş, bu ameliyat hemen sonuç vermiş gibi. Ve şimdiye kadar yapmış, düşünmüş, olmuş olduğum her şeyin bir tür aldatmaca ve çılgınlık olduğunu gördüm. Görmemeyi başardığım şeylerin karşısında dehşete kapıldım. Olmuş olduğum ve gayet açıkça görüyorum ki aslında olmadığım her şey beni yoldan çıkarmış.

Birdenbire bulutları delip geniş bir toprak parçasını aydınlatan bir güneş ışını gibi, geçmiş yaşamıma ışık tutuyorum; ve akla en uygun edimlerimin, en berrak düşüncelerimin, en mantıklı tasarılarımın, sonuçta doğuştan gelen bir sarhoşluktan, doğal bir çılgınlıktan, tam bir cehaletten başka bir şey olmadığını fizik ötesi bir şaşkınlıkla gözlüyorum. Bir rol bile üstlenmişliğim yok: O rolü benim için başkaları oynamış. Oyuncu bile değilmişim. O oyuncunun hareketleriymişim yalnızca.

Yaptığım, düşündüğüm, olmuş olduğum her şey bir teslimiyetler toplamından başka bir şey değilmiş; ya ben olduğumu sandığım sahte varlığa teslim olmuşum, çünkü ondan başlayıp dışa doğru hareket etmişim; ya da soluduğum havayla bir tuttuğum koşulların ağırlığına. Gözümün önündeki perdenin kalktığı şu anda, ansızın yapayalnız kalmış, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmuş bir varlığım. En içten düşüncelerimde bile, ben, ben değilmişim.

Bu durumda, hayatın karşısında alaycı bir dehşete, bir birey olarak bilincimin sınırlarını aşan bir şaşkınlığa kapılıyorum. Şimdiye kadar hatadan ve yanılgıdan başka bir şey olmadığımı, hiç yaşamadığımı, sadece zamanı bilinçle, düşünceyle doldurduğum ölçüde varolduğumu biliyorum. Ve kendimi gerçek düşlerle dolu uykudan uyanmış bir adam ya da deprem sayesinde, yaşadığı hücrenin aşina karanlığından kurtulmuş biri gibi hissediyorum.

Ve kendime ağırlık yaptığımı hissediyorum, evet, bilinçlenmeye mahkûm olmaya benzeyen bir ağırlık veriyorum üzerime, ansızın ortaya çıkan, vaktini hisseden ile görenin arasında, uyuklayarak gidip gelmekle geçirmiş, gerçek bireyselliğin kavramı bu.

İnsanın gerçekten varolduğunu ve ruhumuzun gerçek bir kendilik olduğunu hissettiği zaman içinden geçenleri tarif etmesi çok zor - o kadar zor ki, bunu insanlara ait hangi sözcüklerle yapabilirim, bilemiyorum. Hissettiğim gibi ateşim mi yükseldi, yoksa bir hayat uyuru olmaktan gelen ateşin etkisi birdenbire üzerimden mi kalktı, bilmiyorum. Evet yineliyorum, kendini birden, nasıl geldiğini bilmediği bir şehirde bulan bir yolcu gibiyim; ve belleğini yitiren, uzun süre bir başkası olarak yaşayan insanları düşünüyorum. Ben de çok uzun süreden beri -doğduğumdan, bilinçlendiğimden beri- bir başkasıydım ve bugün bir köprünün tam ortasında, ırmağa eğilmiş olarak uyanıyorum, şimdiye kadar olmuş olduğum her şeyden daha sağlam biçimde varolduğumu biliyorum. Ne var ki şehir bana yabancı, sokakları tanımıyorum, çektiğim acının ilacı yok. Dolayısıyla, ırmağa eğilmiş, gerçeğin beni terk etmesini, beni yeniden bir hiçlik ve bir yalan olarak, akıllı ve doğal olarak bırakmasını bekliyorum.

Bir an sürüp hemen geçti. Çevremdeki mobilyaları, eskimiş duvar kâğıdının desenlerini, tozlu camlardan içeri vuran güneşi yeniden görüyorum şimdi. Bir an gerçeği gördüm. Bir an bilinçli olarak, büyük insanların hayatta oldukları şey oldum. Onların sözlerini ve edimlerini anıyorum ve kendime Gerçeklik Şeytanı'nın bir an için bile olsa, onları da utkuyla sınayıp sınamadığını soruyorum. Kendini bilmemek, yaşamaktır. Kendini yanlış tanımak, düşünmektir. Ama o aydınlanma anında olduğu gibi kendini birdenbire tanımak, insanın, içindeki ruhumun bölünmez özünü, ruhun büyülü sözünü birdenbire kavramasıdır. Ne var ki, birden beliren bir ışık her şeyi yakar, kavurur. Bizi çıplak bırakır, kendi varlığımızdan bile soyundurur.

Bir an sürdü bu ve ben kendimi gördüm. Sonrasında o zamana kadar ne olmuş olduğumu bile söyleyemeyecek haldeydim. Sonuçta uykum geldi, çünkü bilmem nedendir, bana öyle geliyor ki bütün bunların vardığı nokta uyumak."


(Fernando Pessoa. Huzursuzluğun Kitabı. Çev. Saadet Özen. Can Yayınları, 2006: 50-52.)

13.7.13

Sağlığın mahzurları, hastalığın avantajları.

"Size bir anekdot anlatacağım. Çok eski bir dostumdan bir mektup aldım; yazdıklarımın tek bir kelimesine bile inanmadığımı söylüyor ve 'çünkü seni iyi tanıyorum ve çok neşeli biri olduğunu biliyorum' diyor; ki bu da ne kadar yanılabileceğimizin ispatıdır. Haletiruhiyem ne olursa olsun, bunu daima bir soytarı davranışı ardına gizlemeyi başarmışımdır. Sinirlerimin kölesiyim, ama bunu gizleyebilirim ve gizliyorum; bu komedi sayesinde de mesela mutlak bir ümitsizlik içinde bir akşam yemeğine gidip, orada hiç ara vermeden havadan sudan hikâyeler anlatabiliyorum. Bu edep midir yoksa bir savunma mekanizması mıdır bilmiyorum; her halükârda fizyolojiye bağımlılığım bu kadar ezici olmasaydı, bu yüzeysel neşeye başvurmama hiç gerek kalmazdı. Elbette madalyonun bir de öteki yüzü var. Kierkagard, bütün bir salondaki herkesi güldürdükten sonra evine döndüğünde, tek isteğinin intihar etmek olduğunu anlatır; birçok vesileyle benim de teyit etmiş olduğum doğal bir bunalımdır bu. Şimdi hatırlıyorum ki Fransa'daki ilk kitabımın çıkışından az sonra, hiç tanımadığım beş yazar beni yemeğe davet ettiler. Yemin ederim, yemek yediğimiz üç saat boyunca sadece taharet musluğu üzerine bir şeyler anlattım. Elbette kitabımdan söz etmemi bekliyorlardı ve evlerinde taharet musluğu bulunmayan Almanların bende yarattığı küçümsemeden söz ederken yüzlerindeki rahatsızlık ifadesini hâlâ hatırlıyorum. Ancak biriyle yalnız olduğum takdirde beni derinde etkileyen şeylerden söz edebilmemdendi bu: İki yalnızlığın iletişim kurmayı deneyebilecekleri o an."


(E. M. Cioran. Ezeli Mağlup. Çev. Haldun Bayrı. Metis, 2005: 86-87)

3.7.13

Temel sorun, yalnızlık.

Yazı geldi elime yapıştı, ne yapsam olmuyor, bana mısın demiyor, inat ediyor, son nefesini vermiyor. Ama gelin görün ki Bilge Bey'in incelikleri, Bilge Bey'in güzellikleri de saymakla bitmiyor.


                                                                                                                          Ankara 13/9/83
Halûkçuğum,

Sen geciktiğin için üzülürsün, ben geciktiğim için üzülürüm, utanç duyarım. Niye bu üzüntümüzü duymayacak gibi davranamayız bir türlü?

(...)

Benim sağlığım 'iyice' diyeceğim. Yani büyük önemli bir dert yok. Buna karşılık gene 'migren' nöbetine girdiğim için gündüz gece ağrıları bir yana ardından gelen sersemlik canıma okuyor, çalışma gücü, yaşama isteği kalmıyor. 'İyice' dediğin bu muydu? deme. Bu derdi bunca yıldır çekerim, alıştım işte, geçmesini beklemek umut duymak anlamına geliyor. Eh, umudun şu ya da bu türlüsü gene de umuttur. Tanrı bu umudun da yitmesinden saklasın bizleri! Bir başka umut yitimi içindeyim ki, ona hastalık falan yol açmıyor. Dışarıdan değil, içeriden kaynaklanan bir şey. Uzun uzun anlatmanın yeri değil bu mektup. Ama kafam 'bu kışı geçirebilmek istiyorsan denize mutlaka gitmelisin' derken gönlüm yerinden kıpırdamağı bile istemiyor. Ay sonuna doğru iznimi kullanacağım ama evde de oturabilirim bu gidişle. Temel sorun, yalnızlık. Gerisini anla işte! Bir insanla birlikte olma işini başaramadım gitti. Geldiler de ben mi istemedim? Değil. Herhalde kardeşkovan, oğultutmaz damarları yanında eşbulmaz damarı da var bende. Bir 'umut' görünür gibi olur olmaz yitiyor. Herhalde bir arada yaşanacak insan olarak görünemiyorum kimseye.

Geçelim.

(...)

(Bilge Karasu. Halûk'a Mektuplar. Haz. Halûk Aker. Metis: İstanbul, 2013: 175-176).