1.9.09

Silahtar'ı Hatırlamak

(Kitap-lık dergisinin 111. sayısında (Ağustos - 2007) yayımlandı)

Toplumsal gerçeğin sanat eseri içinde temsili üzerine düşünmenin uzun tarihini özetlemek kolay değil. Birbiri içine geçmiş pek çok farklı anlama biçimi çıkıyor karşımıza. Ama en kaba haliyle şöyle bir genelleme mümkün görünüyor: Estetik tarihine baktığımızda önceleri meselenin sadece temsilin, onu önceleyen gerçekle kurduğu ilişki olduğunun düşünüldüğünü görüyoruz. Basitleştirerek söylersek bu görüş açısından sanat eseri gerçeğin dolaylı ya da dolaysız bir yansımasından başka bir şey değil. Fakat bugün öne çıkan yaklaşım çok farklı, zira artık işin içine temsilin kurucu gücü girmiş durumda. Buna göre anlatılan gerçeği kuran, oluşturan şeyin ta kendisi temsil.

Dolayısıyla gerçekliğe dair şüphenin temsilin gerçeği yansıtma kabiliyetine dair şüpheyle iç içe geçtiği bir anlama biçiminin içindeyiz. Burada eserde anlatılanın bir ortak geçmişe ait olması, sorunsalı iyice karmaşık hale getiriyor. Çünkü bu durumda geçmiş pek çok başka anlatı içinde zaten yaratılmış durumda. Sanat eseri içinde yeniden yaratılan geçmiş bu anlatı kümesiyle zorunlu bir alışveriş içerisinde bulunuyor ve bu alışveriş boyunca hem şekilleniyor hem de var olan kümeyi şekillendiriyor.

Türkçe edebiyatı tartışırken de, esasında bu sorunun tam göbeğindeyiz. Bakılırsa, son dönemlerde ulusal anlatının nasıl oluştuğu üzerine yazıların ya da ulusal kanonun varlığı üzerine tartışmaların hızla arttığı görülecek. Tüm bu çalışmaların içinde 19. yüzyıl modern Osmanlı edebiyatı bir köken edebiyat sunduğu için önemseniyor. Şu da var ki, Osmanlı’nın son çağına başından beri belli ölçüde romanların içinden bakıyoruz. Bugün artık iyice kanıksamış olduğumuz “Aşırı Batılılaşma”, “züppelik”, “özünü kaybetmeden Batılılaşma” ya da üzerinde giderek daha çok düşünmeye başladığımız “kadınsılaşma endişesi”, “transvestit karakterler ve kültür” gibi kavram öbekleri hem romanları hem Osmanlı zihniyetini anlamaya yönelik melez bir çabanın araçları. Bu araçlar Osmanlı tarihi bağlamından tüm bir modernleşme tarihini anlamaya teşmil edilebildikçe değerleniyorlar.

8.3.09

Tanzimat Romanlarında Melodramın İdeolojik İşlevleri

(Kitap-lık dergisinin 120. (Ekim 2008) sayısında yayımlandı)

19. yüzyılın sonunda yazılmış ilk Türkçe romanları okuyanların hemen fark edeceği şey, romanların abartılı duygusal yoğunluğudur. Zira, modern türlerin en popüleriyle tanışmanın hemen ertesinde yazılmış metinler (bir sonraki asırda ortaya çıkacak Yeşilçam hikâyelerine nispet yaparcasına) gözyaşıyla, kanla, cinayetlerle, intiharlarla doludur. Okuyucu, yazarın duygu sağanağının hiç dinmediği, ruhun hep yükseklerde uçtuğu eserler yazmak için yanıp tutuştuğunu kolayca anlar. Özellikle roman sonları kanla gözyaşının birbirine karıştığı, coşkuyla kahrın iç içe geçtiği ve tabii ki suçla cezanın kime ait olduğunun kari’ye bildirildiği birer patlama ânı gibi planlanmıştır.
 
Sadece dönemin en önemli ve en üretken romancısı Ahmet Mithat Efendi’nin eserleri bu yargının dışında kalır. Onun eserleri kan ve gözyaşı gerilimi üzerine kurulmamış olmak bir yana, okura her zaman metnin kurmaca olduğunu hatırlatan bir yapıdadır. Yani Ahmet Mithat’ın eserleri okura coşkun bir maceraya kaptırıp gitme ve cûş u hurûş’a gelme şansı vermez ve hatta bundan özellikle geri durur. Bu seçimin getirisi metinlerde komik unsurun öne çıkmasıdır. Onun romanlarında kan ve gözyaşı kahkahayla ikame edilmiştir.