16.11.11

Bazı Hüzünler Giderilmez

(11 Kasım 2011 tarihli Akşam Kitap'ta yayımlandı. Kitap eklerinin özensizliğine, yazıları bozma kabiliyetine bir kez daha ah vah edildi.)

Bazı adamlar taşradan, sadece kentin kuraklığı olanından değil, bazende içlerindeki taşradan, kentlere gelir; birbirleriyle konuşan, didişen, sevişen insanlar arasına karışmayı, onlar gibi hatta onlara ait olmayı umarlar. Kendilerini başkalarına söyleyebilecekleri o dili ararlar. Ama kendilerine bahşedilmemiş bu dille konuşabilmek arzusu ve çabası çok zaman trajiktir. Neticede yolun ortasında bir adım ileriye gidemeden kalır, oracıkta öyle beklemekten başka yol bulamazlar. Artık geldikleri yere dönmek için de çok geçtir.

Barış Andırınlı, Hayy Kitap tarafından yayınlanan ilk romanı Kopoy’da tam da böyle bir adamı hikâye ediyor. Doğduğu büyüdüğü kasabada kendi ayakları üzerinde duramamış, hayatın vasatına karışamamış, nihayetinde eksik kalmış ama en önemlisi artık bu eksiklikle yaşamaya tahamülü kalmamış bir genç adamın, hasbelkader geldiği İstanbul’da kendini yeniden var etmeye çalışmasını anlatıyor.

Kopoy’da Osman bir karasevdanın ertesinde 30 yaşına kadar başıboş yaşamış bir genç adamdır. Anasını, akrabalarını, dostlarını hayal kırıklığına uğratmış ve bu hayal kırıklığı içinde artık yorulmuştur. Osman'ı düştüğü çukurdan çıkarmak isteyen akrabaları zengin bir hemşehrisine rica minnet ona geçici bir iş bulurlar. Genç adam hemşehrisinin İstanbul’da bir handa bulunan bürosunu boyayacak, tamir edecek, eksiklerini giderecek ve sonunda da bir müşteri bulup kiraya verecektir. Akrabaları bu küçük işin onu dünyaya iade edeceğini, yaşamla dolduracağını ve böylelikle Osman’ın iyileşeceğini umarlar. Bu umut tek yönlü değildir, okuyucu Osman’ın da gizli gizli aynı umutla dolu olduğunu hisseder. Zira genç adamın artık kasabada adım atacak yeri, öne sürecek bahanesi, itiraz edecek hali kalmamıştır.

Osman, İstanbul’a gelip han içindeki büroya yerleşir. Burada sadece tadilat işleriyle uğraşmamakta, aynı zamanda işten arta kalan bütün zamanını büroda geçirmekte, dışarıya olabildiğince az çıkmaktadır. Oldukça küçük ve kapalı bir hayatı vardır. Fakat durum böyle devam etmez ve kısa sürede bu kapalı hayatta delikler açılmaya başlar. Osman hanın nefes alıp verdiğinin farkına varır ve kendisiyle aynı mekânı paylaşan insanların hikâyelerine kulak kabartır. Bu hikayeler onu yeni bir hayatın kıyısına, biz okuyucuları Osman’ın macerasının orta yerine götürür.

Bu hikayelerin en önemlisini ve romanın merkezinde olanını başlatan Osman’ın çocukluk yıllarından arkadaşı Kerem’le karşılaşmasıdır. Kerem, Osman’ın pek çok bakımdan tam tersidir. Ortada yeni filizlenmeyen, daha çocukken kendini gösteren bir iktidar farkı vardır: Osman ne kadar zayıfsa Kerem o kadar kuvvetlidir. Şu karşılaşma anında da koordinatların değişmediği anlaşılır. Kerem, banka müfettişi olmuş, hayatını kurmuş, para kazanmış, dünyalıların sefil bulmadığı bir yolda kuvvetini yitirmeden yürümüştür. Üstüne, Osman’ın tadilatını yaptığı büronun karşısındaki reklam ajansında çalışan güzel Banu’yla beraberdir. Çocukluk arkadaşı kurtuluş için bir son çıkış ararken, o çoktan kendisini kurtarmıştır.

Osman, Kerem ve Banu’yla tanışmasının hemen ardından ikisinin hayatına dahil olur. Kerem’le Banu’nun görünen hikâyesinin ardında bambaşka hikâyeler olduğunu keşfeder, hatta o hikâyelerin parçası haline gelir. Bu süreçte, Kerem’in iktidarının karanlık ve bunalımlı taraflarını görür ama ürpererek bu iktidarın nasıl köklü olduğunu da fark eder. Banu’nun yaralanmış melekliğiyle sarhoş olur ama bu melekliğin genç kadını kötülükten ayrıştıramadığını, aksine onu nasıl derin bir sefaletle doldurduğunu da öğrenir. Neticede, Banu ile Kerem arasında kendi hikâyesine daha çok batar ve umudunu aşkla doldurup yeniden ayağa kalkmaya çalışır.

Osman’ın Kerem ve Banu’yla yaşadıkları hanın içinden zengin bir kahramanlar ve hikâyeler galerisi ile çevrelenmiştir. Bütün bu hikâyelerde Osman farklı güçsüzlük hallerine ve hikâyelerine dokunur. Kendisi gibi yol ortasında kalmış, geçmişi üzerine kafa yoran ve umudu zayıflamış başka insanların hikâyelerini dinler. Kopoy’un başarısının nedenlerinden biri de bu birbirinden güzel hikâyelerin Osman’ın macerasını besleyen zenginliğidir.

Romanın en kuvvetli özelliğinin dil olduğunu söylemek abes olmayacak. Barış Andırınlı takdir edilesi bir dil işçisi. Romanda anlattığı içli ve hüzünlü dünyayı somutlaştırabilmek için incelikle çalışılmış akıcı, ahenkli, ritimli ve en önemlisi kendine özgü bir dil kurmayı başarmış. Kopoy’un evreninde sadece Osman değil tüm kahramanlar bu dilin içinde nefes alıp veriyor, bu dilin ritmiyle ve ahengiyle belirleniyor. Dolayısıyla Kopoy var olan dışarıyı yansıtmak derdinde olan bir kitap değil; aksine farklı ama tutarlı bir dille kendi dünyasını kuran, okuyucudan bu dilin kodlarına ve kurallarına uymasını talep eden bir kitap.

İşte, bu dilin içinden yaratılan hüznün, dilin kuvvetiyle beraber romanın her yanına sinmiş, kahramanları ve hikâyeleri belirleyen temel duygu olduğu söylenebilir.  Andırınlı’nın dilinin kuvvetli mizahı, bu hüzne trajik bir tat katıyor ve onun kuvvetini ve silinmezliğini okuyucunun zihnine nakşediyor. Kopoy’da olayların akışından çok, dilin akışına ve böylece kendine has kapalı bir dünya kurmasına kapılıyoruz. Sonunda romanın hakikatinin bu dilin ta kendisi, bu dilin temel yaratıcısının da Osman’da ve yenilgisinde cisimlenmiş derin ve giderilemez hüzün olduğunu anlıyoruz.

Kopoy başta bir çıkış ya da kurtuluş romanı olarak düşünülebilir. Ama değil. Tam tersine, kahraman çabaladıkça, hüzün, Osman’ı belirleyen tek silinmez hal olarak daha da yayılıyor ve güçleniyor. Unutmamak lazım, gençliğinin erken yıllarında Osman bir tersine azizdir. Yenilgiye rest çekmiştir. Hayatı topyekün bırakmak, tüm sorumluluklardan, açık gizli anlaşmalardan, bağlayıcı duygulardan istifa etmek ve dibe vurmaktan korkmamak, hatta acının sarhoş edeceği o dibi arzulamak; tüm bu radikal geri çekilmeyi denemiştir. Düşüşün büyük bir özgürlük olduğu, güçsüzlüğün eşi bulunmayacak bir hafiflik verdiği bu boyutta yaşamaya dayanamamıştır ama. Kopoy’daki hikâyenin başladığı yerde ise bir an alınteriyle ekmeğini kazanabileceği ve Banu’yla bütün kayıplarını telafi edeceği yeni bir yaşamın hayalini kurmuştur. Cesare Pavese’nin Bedrettin Cömert’in güzel çevirisiyle Türkçede var olmuş mısralarındaki o romantik çağrıyla dolu olduğunu hissederiz kahramanımızın:

Hani yaz ikindileri vardır
meydanlar bomboş uzanır batan güneş altında,
geçip gereksiz bitkilerle bir bulvardan
durur yalnız adam.
Değer mi bunca yalnızlık, gittikçe daha yalnız olmak için?
Boştur yollar meydanlar yalnız gezildiğinde.
Oysa bir kadın durdurmalı
konuşup da birlikte yaşamaya inandırmalı,
yoksa hep kendisiyle konuşur insan. bunun için de
kimi vakit körkütük olur geceleri
ve anlatır durmadan, anlatır yapıp edeceklerini.

Ama tıpkı Pavese’nin şiirinde ve yaşam öyküsünde olduğu gibi Osman’ın hayata geri gelme çabası giderilemez bir yenilgiyle malûldur. Onu büyüten, saklayan ve Osman yapan ev—o silinmez taşra hüznü—kahramanın sırtına sıkı sıkıya bağlanmıştır ve bu evi bırakıp gidebilmek de ona yeni bir şans bulmak için dönebilmek de mümkün değildir. Tam da bunun için Kopoy “hep kendisiyle konuşan” insanların trajedisinin romanıdır.  

İşte Barış Andırınlı’nın bu trajik metni okuyucusunu memleketin taşrasını ve kentini, yengisini ve yenilgisini tekrar düşünmeye ve hissetmeye çağırıyor. Özgün, ince işlenmiş ve derinlikli bir ilk roman olması hasebiyle de edebiyat alemine son yılların en özel yazarlarından birini müjdeliyor.

Hiç yorum yok: