Hesaplaşmak üzerine, bir gün hesabın kesileceği üzerine konuşuyor herkes. Herkes herkesi kendine bakmaya, adalete, hakkaniyete davet ediyor. Uyuyor bu davete bazen insan, kendini en sivri bıçaklarla deşmeye, içindeki kara'yı bulup çıkarmaya kalkıyor. Davete uymada, kendi karanlığına girişmede rahatlık-huzur var, incelmek-güzelleşmek var.
Ama insana içkin o adı koyulmaz zillet hep buralarda ve mesaisine ara vermeden devam ediyor; Mış gibi yapıyor, en incelikli rollere hakikat kisvesi giydiriyor.
Vaziyet zor, hesaplaşmak her yiğidin harcı değil.
Halil Cibran'ın anlattığı o mesel geliyor aklıma:
"Yaşlı bir denizci bir zamanlar bana, 'Bundan otuz yıl önce kızım bir gemiciyle kaçtı,' diyerek anlatmıştı hikâyesini. 'Her ikisine de içimden beddua ettim. Çünkü kızımı çok seviyordum. Dünya bir tarafa, kızım bir tarafaydı.
Aradan çok geçmedi, bu gemici gemisiyle beraber denizin dibine gömüldü. Ve aynı kazada, gemiciyle beraber ben de kızımı kaybetmiş oldum.
Şimdi aynaya bakarken hem o gencin, hem de kendi kızımın katilini görüyorum yüzümde. Çünkü, çok iyi biliyorum, benim ettiğim bedduaydı onların başına bu felaketi getiren. Bunun içindir ki yolum mezara yaklaşırken, Tanrı'dan bağışlanma diliyorum.'
Ama yaşlı adam bunları anlatırken, tuhaftır, sesinde sanki yaptığı bedduanın gücüyle gurur duyduğunu hissettiren bir övünme tonu varmış gibi geldi bana."
(Halil Cibran. Gezgin. Çev. Cahit Koytak. Kapı Yayınları, 2012: s. 75)