9.9.11

Dikranagerd, Cennet Mekân

(Yeni Yazı dergisinin 7. sayısında (Eylül-Ekim 2010) yayımlandı.)

gırdiç Margosyan’ın öykülerinde anlattığı Diyarbakır’ı düşününce zihnimde ilk beliren bir tür cennet imgesi oluyor. Cennet derken bir sonsuz mutluluk hali değil kastettiğim; daha çok bir "her şeyin yerli yerinde" olması hali, ölümün, kederin, açlığın hatta savaşın yerli yerinde, evlerden içeri, kabul edilebilir olması. En temelde, nesnelerin ve hallerin için dolduran anlamın uçucu ve oynak olmaması belki de. İşte taşra, ya da şöyle diyeyim, taşralı yaşama biçimi Margosyan’ın öykülerinde bin bir güzellikle donanmış yavaşlığı, bilinmezlerinin azlığı, bilinirlerinin kolay seçilirliği-duyulurluğu; kötünün ve iyinin, yaşamın ve ölümün açık sınırlarıyla her şeyin yerli yerinde olduğu o cennetin ta kendisi. Yani Dikranagerd (artık çok uzaklarda kalmış o eski Diyarbakır) kentli tedirginlikleri bilmeyen yaşam haliyle bir cennet mekân.

"Bozanlara Gittik" adlı öyküde anlatılan, şüphenin ve kaygının gündelik hayattan kovulduğu o mahalleden gür sesi geliyor bu cennetin:

"Bizler, eş dost, akraba veya komşularımıza kafamıza estiği an, istediğimiz zaman kalkar gideriz. Önceden haber vererek, var olmayan telefonlarımızla arayıp, "yarın ağşam sıze mısafırlığa gelecağığ, işız vardır? Evdesız? Ğhestesız? Kefız yerındedır? Bizi kabul edisız?" gibi saçma sapan sorularla vakit geçirmeyiz! Kalkar, yola düşer gideriz. Hepsi o kadar. Bizler birilerine misafirliğe gittiğimizde belki bazıları da bize geliyor olabilirler. Bizi evde bulamadıklarında, komşumuz Tumas'lara giderler. Tumas'lar da evde yoksa, o zaman onların kapı komşusu yemenici Kör Ero'lar da kör gözleriyle yola çıkmadılar ya! Körler için gece gündüz fark etmez mi...! Olsun! Bir kere yola çıkmış, bir kere yola koyulmuşsanız, gidecek yer çalacak kapı mı bulamayacaksınız şu koskaca Hançepek'te? Şu ölüsü boklu Gâvur Mahallesi'ndeki tüm Ermeniler, tüm Fılleler hepsi de bir gecede yer yarılıp içine girmediler ya!" (Söyle Margos Nerelisen, 110-111)

Ama sadece taşralılık değil söz ettiğim cenneti kuran. Margosyan, öykülerinde çoğunlukla taşrada geçen çocukluğu, kendi çocukluk bakışının kapsamına sadık kalarak anlatıyor, çocuk gözü içinden bir Diyarbakır var ediyor. İşte, taşrayı bir çocuğun gözünden izlemek cennet hissinin diğer kuvvetli yapıcısı. Çocukluğun kaybedilmeye mahkûm bir saflıkla örtülü ve korunaklı olmasıyla alakalı olsa gerek bu his; çocukluktan çıkmanın yani büyümenin daimi bir tedirginlik kaynağı olacak şekilde saflığın yırtılması, eksilmesi ve hatta tamamen ortadan kalkması anlamına gelebileceği fikriyle. Bu şekliyle taşradan kente geçmekle çocukluktan yetişkinliğe geçmek cenneti kaybetmenin iki ayrı yüzü olarak beliriyor Margosyan’da; ya da tersinden söylersek, kentin çocukluğu olan taşra, çocukluğun her şeyi yerli yerinde tutan parçalanmamış bakışına pek yakışıyor.

Bu anlamda, öykülerin, her halükârda sonu kayba varacak trajik bir meseleye değindiğini iddia etmek; yeryüzünün her noktasında her geçen gün biraz daha yitip giden taşralı yaşam hali ile insanın mitik yarası olan çocukluğun kaybını beraber hikâye ettiğini söylemek yanlış olmayacak, ama bariz bir eksiklikle malûl olacak. Zira Margosyan’ın öykülerini baştan başa kat eden, çocukluğu ve taşrayı, yani o ilksel cenneti kaybetmenin anlamını belirleyen özel bir durum var: Ermeni olmak. Kaybı derinleştiren, çoğaltan, özelleştiren; çocukluğun el değmemiş cennetine bir daha varamayacak olmanın trajedisini diğer trajedilerden ayıran bir durum bu. Evet, Dikranagerd bir cennet mekân; ama sadece çocukluğun masumiyetinin ve taşranın yerli yerindeliğinin ev sahibi olduğu için değil; Margosyanların, Haçoların, Fıllaların sonsuza kadar kaybettiği bir kökler tarlası olduğu, Margosyan’ın Ermenice basılmış ilk kitabının başlığıyla söylersek, “bizim o taraflar” (Mer Ayt Goğmerı) olduğu için de böyle.

Margosyan’ın Diyarbakır hikâyelerini hem bu cennete duyulan nostaljinin ifadesi olarak hem de yeri doldurulmayacak kayba direnerek en azından edebiyat içinden cenneti yeniden var etme çabası olarak değerlendirmek mümkün. Nostalji hissinin en önemli taşıyıcısının, temel olarak metinlerindeki “bizlik” vurgusu olduğunu düşünüyorum. Öyle ya, öykülerin önemli bir kısmı “bizim o taraflar” diye başlıyor ve temel olarak bu “bizlik”in farklı hallerine dair anlatılar şeklinde gelişiyor. “Bizim” yemekler, isimler, mahalleler, bayramlar vs derken ince ince örülen, en geniş anlamıyla bir kimlik olarak beliren “bizlik”i okuyoruz Margosyan’da. Lakin söz konusu durumun ilk iması bir yokluk hali; “bizlik”te yolculuk ederken artık o bizliğin var olmadığı ve belki de bir daha asla var olmayacağı gerçeğine tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla her “biz” dendiğinde yüzümüze vuran trajedi öyküleri açık bir nostaljiyle dolduruyor.

Fakat bu açıklığa rağmen, nostaljinin Margosyan öykülerinde yaratılan his dünyasının rakipsiz hükümranı olduğunu iddia etmek doğru değil. Hatta nostalji hissi bazen iyiden iyiye geri plâna düşüyor metinlerde. Bu durumun sebebi yukarı paragrafta söz ettiğim diğer yorumlama ihtimali, yani bu öykülerin yoğun bir hatırlama çabasıyla kayba direnmesi, hüzne teslim olmaması ve böylelikle kaybedilmiş cenneti edebiyat içinde yeniden var etme kuvvetiyle dolu oluşu. Bu ihtimal tam da Margosyan’ın öykülerini özel yapanın ne olduğunu açıklıyor. Temelde bir yitirme hikâyesi anlatmasına ve trajik bir hale vurgu yapmasına rağmen bu metinler umudu bir an olsun elden bırakmayan bir yaşama neşesiyle dopdolu. Demek ki Margosyan’ın öyküleri yas metinleri olarak okunmaya açık olsalar da, yasın karanlığına ve sessizliğine teslim olmayan kuvvetli bir neşeyle hüznü dengeliyorlar. İşte, taşralılık, çocukluk ve bizlik hissinin kurduğu cennet duygusunun dördüncü yapıcısı ve tamamlayıcısı tam da bu muhalif ve direngen yaşama neşesi.

Yazıyı, öyküler içinde cennet vurgusu en kuvvetli olana değinerek bitireyim. Margosyan ilk kitabı olan ve 1984’te Ermenice yayınlanan Mer Ayt Goğmerı’daki öykülerin tamamına yakınını sonraki kitaplarında Türkçe yeniden yazmış. Bu ilk kitaptan sadece üç öykü (“Harsanik”, “Şeğre” ve “Hokecaş”) dokunulmadan kalmış, Türkçe’ye aktarılmamış. Bunlar içinde sonuncusu, yani “Hokecaş” Margosyan’ın İstanbul günlerini anlattığı tastamam bir “yeryüzünde cennet” anlatısı:

Öyküde anlatıcı Mıgırdiç Margosyan, babasıyla beraber annesinin de yattığı Şişli Mezarlığı’nda dolaşıyor. Anneden başlayarak eski akrabaları ve tanıdıkları yad edip geçmiş günlerden bahsediyorlar. Artık cennet mekân ancak hatıralarda kalmış, hatıralarda kalan her şey gelip bu mezarlığın içine sıkışmış, hatta bu mezarlıktan ibaret olmuş. Taşranın sessizliği ve kolay bilinirliği de çocukluğun saflığı da bu mezar-vatanın içine dağılmış. Bu haliyle mezarlık hem cennetin sonsuza kadar kaybedildiğinin hem de bir zamanlar taptaze var olduğunun işaretlerini taşıyor. Tıpkı Margosyan’ın öyküleri gibi.

Öykünün bir yerinde şöyle diyor mezarlık hakkında:

“Şişli Ermeni Mezarlığı, ağaçlarıyla çiçekleriyle bizim gibi taşralı Ermeniler için tam bir cennettir. Kim ki buraya gömülmüşse ve başının üstüne bir haç konulmuşsa hiç şüphe yok ki cennete gitmiştir”. (Mer Ayt Goğmerı 152-153).

Aynı şekilde Margosyan’ın öyküleri de taşralı Ermeniler için tam bir cennet olmalı. Kim bu öykülerde yer almış ve yeniden hayat bulmuşsa hiç şüphe yok ki cennettedir.


Yararlanılan Kaynaklar:
Mıgırdiç Margosyan. Biletimiz İstanbul’a Kesildi. İstanbul: Aras Yayıncılık, 1998.
------------. Gâvur Mahallesi. İstanbul: Aras Yayıncılık, 2010.
------------. Մեր Այդ Կողմերը (Mer Ayt Goğmerı). İstanbul: Aras Yayıncılık, 2005.
------------.
Söyle Margos Nerelisen? İstanbul: Aras Yayıncılık, 2010.







Hiç yorum yok: