(Yeni
Yazı dergisinin 7. sayısında (Eylül-Ekim 2010) yayımlandı.)
Ama sadece taşralılık değil söz ettiğim cenneti kuran. Margosyan, öykülerinde çoğunlukla taşrada geçen çocukluğu, kendi çocukluk bakışının kapsamına sadık kalarak anlatıyor, çocuk gözü içinden bir Diyarbakır var ediyor. İşte, taşrayı bir çocuğun gözünden izlemek cennet hissinin diğer kuvvetli yapıcısı. Çocukluğun kaybedilmeye mahkûm bir saflıkla örtülü ve korunaklı olmasıyla alakalı olsa gerek bu his; çocukluktan çıkmanın yani büyümenin daimi bir tedirginlik kaynağı olacak şekilde saflığın yırtılması, eksilmesi ve hatta tamamen ortadan kalkması anlamına gelebileceği fikriyle. Bu şekliyle taşradan kente geçmekle çocukluktan yetişkinliğe geçmek cenneti kaybetmenin iki ayrı yüzü olarak beliriyor Margosyan’da; ya da tersinden söylersek, kentin çocukluğu olan taşra, çocukluğun her şeyi yerli yerinde tutan parçalanmamış bakışına pek yakışıyor.
Mıgırdiç Margosyan’ın öykülerinde anlattığı Diyarbakır’ı düşününce
zihnimde ilk beliren bir tür cennet imgesi oluyor. Cennet derken bir sonsuz mutluluk
hali değil kastettiğim; daha çok bir "her şeyin yerli yerinde"
olması hali, ölümün, kederin, açlığın hatta savaşın yerli yerinde, evlerden
içeri, kabul edilebilir olması. En temelde, nesnelerin ve hallerin için
dolduran anlamın uçucu ve oynak olmaması belki de. İşte taşra, ya da şöyle
diyeyim, taşralı yaşama biçimi Margosyan’ın öykülerinde bin bir güzellikle
donanmış yavaşlığı, bilinmezlerinin azlığı, bilinirlerinin kolay
seçilirliği-duyulurluğu; kötünün ve iyinin, yaşamın ve ölümün açık sınırlarıyla
her şeyin yerli yerinde olduğu o cennetin ta kendisi. Yani Dikranagerd (artık
çok uzaklarda kalmış o eski Diyarbakır) kentli tedirginlikleri bilmeyen yaşam
haliyle bir cennet mekân.
"Bozanlara
Gittik" adlı öyküde anlatılan, şüphenin ve kaygının gündelik hayattan
kovulduğu o mahalleden gür sesi geliyor bu cennetin:
"Bizler, eş dost, akraba veya
komşularımıza kafamıza estiği an, istediğimiz zaman kalkar gideriz. Önceden
haber vererek, var olmayan telefonlarımızla arayıp, "yarın ağşam sıze
mısafırlığa gelecağığ, işız vardır? Evdesız? Ğhestesız? Kefız yerındedır? Bizi
kabul edisız?" gibi saçma sapan sorularla vakit geçirmeyiz! Kalkar, yola
düşer gideriz. Hepsi o kadar. Bizler birilerine misafirliğe gittiğimizde belki
bazıları da bize geliyor olabilirler. Bizi evde bulamadıklarında, komşumuz
Tumas'lara giderler. Tumas'lar da evde yoksa, o zaman onların kapı komşusu
yemenici Kör Ero'lar da kör gözleriyle yola çıkmadılar ya! Körler için gece
gündüz fark etmez mi...! Olsun! Bir kere yola çıkmış, bir kere yola
koyulmuşsanız, gidecek yer çalacak kapı mı bulamayacaksınız şu koskaca
Hançepek'te? Şu ölüsü boklu Gâvur Mahallesi'ndeki tüm Ermeniler, tüm Fılleler
hepsi de bir gecede yer yarılıp içine girmediler ya!" (Söyle Margos
Nerelisen, 110-111)
Ama sadece taşralılık değil söz ettiğim cenneti kuran. Margosyan, öykülerinde çoğunlukla taşrada geçen çocukluğu, kendi çocukluk bakışının kapsamına sadık kalarak anlatıyor, çocuk gözü içinden bir Diyarbakır var ediyor. İşte, taşrayı bir çocuğun gözünden izlemek cennet hissinin diğer kuvvetli yapıcısı. Çocukluğun kaybedilmeye mahkûm bir saflıkla örtülü ve korunaklı olmasıyla alakalı olsa gerek bu his; çocukluktan çıkmanın yani büyümenin daimi bir tedirginlik kaynağı olacak şekilde saflığın yırtılması, eksilmesi ve hatta tamamen ortadan kalkması anlamına gelebileceği fikriyle. Bu şekliyle taşradan kente geçmekle çocukluktan yetişkinliğe geçmek cenneti kaybetmenin iki ayrı yüzü olarak beliriyor Margosyan’da; ya da tersinden söylersek, kentin çocukluğu olan taşra, çocukluğun her şeyi yerli yerinde tutan parçalanmamış bakışına pek yakışıyor.
Bu
anlamda, öykülerin, her halükârda sonu kayba varacak trajik bir meseleye
değindiğini iddia etmek; yeryüzünün her noktasında her geçen gün biraz daha
yitip giden taşralı yaşam hali ile insanın mitik yarası olan çocukluğun kaybını
beraber hikâye ettiğini söylemek yanlış olmayacak, ama bariz bir eksiklikle
malûl olacak. Zira Margosyan’ın öykülerini baştan başa kat eden, çocukluğu ve
taşrayı, yani o ilksel cenneti kaybetmenin anlamını belirleyen özel bir durum
var: Ermeni olmak. Kaybı derinleştiren, çoğaltan, özelleştiren; çocukluğun el
değmemiş cennetine bir daha varamayacak olmanın trajedisini diğer trajedilerden
ayıran bir durum bu. Evet, Dikranagerd bir cennet mekân; ama sadece çocukluğun
masumiyetinin ve taşranın yerli yerindeliğinin ev sahibi olduğu için değil;
Margosyanların, Haçoların, Fıllaların sonsuza kadar kaybettiği bir kökler
tarlası olduğu, Margosyan’ın Ermenice basılmış ilk kitabının başlığıyla
söylersek, “bizim o taraflar” (Mer Ayt Goğmerı) olduğu için de böyle.
Margosyan’ın
Diyarbakır hikâyelerini hem bu cennete duyulan nostaljinin ifadesi olarak hem
de yeri doldurulmayacak kayba direnerek en azından edebiyat içinden cenneti
yeniden var etme çabası olarak değerlendirmek mümkün. Nostalji hissinin en
önemli taşıyıcısının, temel olarak metinlerindeki “bizlik” vurgusu olduğunu
düşünüyorum. Öyle ya, öykülerin önemli bir kısmı “bizim o taraflar” diye
başlıyor ve temel olarak bu “bizlik”in farklı hallerine dair anlatılar şeklinde
gelişiyor. “Bizim” yemekler, isimler, mahalleler, bayramlar vs derken ince ince
örülen, en geniş anlamıyla bir kimlik olarak beliren “bizlik”i okuyoruz
Margosyan’da. Lakin söz konusu durumun ilk iması bir yokluk hali; “bizlik”te
yolculuk ederken artık o bizliğin var olmadığı ve belki de bir daha asla var
olmayacağı gerçeğine tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla her “biz” dendiğinde
yüzümüze vuran trajedi öyküleri açık bir nostaljiyle dolduruyor.
Fakat
bu açıklığa rağmen, nostaljinin Margosyan öykülerinde yaratılan his dünyasının
rakipsiz hükümranı olduğunu iddia etmek doğru değil. Hatta nostalji hissi bazen
iyiden iyiye geri plâna düşüyor metinlerde. Bu durumun sebebi yukarı paragrafta
söz ettiğim diğer yorumlama ihtimali, yani bu öykülerin yoğun bir hatırlama
çabasıyla kayba direnmesi, hüzne teslim olmaması ve böylelikle kaybedilmiş cenneti
edebiyat içinde yeniden var etme kuvvetiyle dolu oluşu. Bu ihtimal tam da
Margosyan’ın öykülerini özel yapanın ne olduğunu açıklıyor. Temelde bir yitirme
hikâyesi anlatmasına ve trajik bir hale vurgu yapmasına rağmen bu metinler
umudu bir an olsun elden bırakmayan bir yaşama neşesiyle dopdolu. Demek ki
Margosyan’ın öyküleri yas metinleri olarak okunmaya açık olsalar da, yasın
karanlığına ve sessizliğine teslim olmayan kuvvetli bir neşeyle hüznü
dengeliyorlar. İşte, taşralılık, çocukluk ve bizlik hissinin kurduğu cennet duygusunun
dördüncü yapıcısı ve tamamlayıcısı tam da bu muhalif ve direngen yaşama neşesi.
Yazıyı,
öyküler içinde cennet vurgusu en kuvvetli olana değinerek bitireyim. Margosyan ilk
kitabı olan ve 1984’te Ermenice yayınlanan Mer Ayt Goğmerı’daki
öykülerin tamamına yakınını sonraki kitaplarında Türkçe yeniden yazmış. Bu ilk
kitaptan sadece üç öykü (“Harsanik”, “Şeğre” ve “Hokecaş”) dokunulmadan kalmış,
Türkçe’ye aktarılmamış. Bunlar içinde sonuncusu, yani “Hokecaş” Margosyan’ın İstanbul
günlerini anlattığı tastamam bir “yeryüzünde cennet” anlatısı:
Öyküde
anlatıcı Mıgırdiç Margosyan, babasıyla beraber annesinin de yattığı Şişli
Mezarlığı’nda dolaşıyor. Anneden başlayarak eski akrabaları ve tanıdıkları yad
edip geçmiş günlerden bahsediyorlar. Artık cennet mekân ancak hatıralarda
kalmış, hatıralarda kalan her şey gelip bu mezarlığın içine sıkışmış, hatta bu
mezarlıktan ibaret olmuş. Taşranın sessizliği ve kolay bilinirliği de
çocukluğun saflığı da bu mezar-vatanın içine dağılmış. Bu haliyle mezarlık hem
cennetin sonsuza kadar kaybedildiğinin hem de bir zamanlar taptaze var
olduğunun işaretlerini taşıyor. Tıpkı Margosyan’ın öyküleri gibi.
Öykünün
bir yerinde şöyle diyor mezarlık hakkında:
“Şişli
Ermeni Mezarlığı, ağaçlarıyla çiçekleriyle bizim gibi taşralı Ermeniler için
tam bir cennettir. Kim ki buraya gömülmüşse ve başının üstüne bir haç
konulmuşsa hiç şüphe yok ki cennete gitmiştir”. (Mer Ayt Goğmerı 152-153).
Aynı
şekilde Margosyan’ın öyküleri de taşralı Ermeniler için tam bir cennet olmalı. Kim
bu öykülerde yer almış ve yeniden hayat bulmuşsa hiç şüphe yok ki cennettedir.
Yararlanılan
Kaynaklar:
Mıgırdiç
Margosyan. Biletimiz İstanbul’a Kesildi. İstanbul: Aras Yayıncılık,
1998.
------------.
Gâvur Mahallesi. İstanbul: Aras Yayıncılık, 2010.
------------.
Մեր Այդ Կողմերը (Mer Ayt Goğmerı). İstanbul: Aras Yayıncılık,
2005.
------------. Söyle Margos Nerelisen? İstanbul: Aras Yayıncılık, 2010.
------------. Söyle Margos Nerelisen? İstanbul: Aras Yayıncılık, 2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder