4.9.11

Kızgın damda dolaşır bir kedi

(Yeni Yazı dergisinin 6. sayısında (Mayıs-Ağustos 2010) yayımlandı)

 I
Kızgın Damdaki Kedi’yi tekrar tekrar okumamın nedeni Margaret olmalıydı, küçük ismiyle şirin Maggie, yani damdaki kedinin ta kendisi. Kendisine kızamamak garibime gidiyordu. Ortada beter bir durum vardı ama Maggie’ye kızmak mı; yok olmuyordu, çok fena çaba istiyordu. Zaten büyük patron da, Tennessee Williams yani, Maggie’ye özel bir sempati duyduğunu yazmış önsözde. Tabii ki Williams’ın sempatisi benim halimi açıklamaya yetmezdi. Neticede ortada bir suç vardı ve suçluya kızamamak bir tür suç ortaklığı hissi yaratıyordu.

Sonra aklımda iki ayrı Maggie olduğunu fark ettim ve iyice kafam karıştı. Biri uzun boylu, sarışın, sevimli, kurnaz ve Mavi Ay’daki Cybil Shepherd’a benzeyen bir Maggie. İkincisi ise yerinde duramayan, dehşet güzel ama bir o kadar cadı, 1958’de Richard Brooks tarafından çekilen uyarlamada Liz Taylor’un pek güzel canlandırdığı Maggie. Belki de ilki okumanın ikincisi seyretmenin kızgın kedisi. Birincisinde ikincisine yakıştıramadığım bir masumiyet vardı sanki, Liz’inse masumiyetle işi olmazdı. Ama birini diğerine tercih etsem, kaçarı yok, kızgın kedi eksik kalacaktı. 

Peki ne yapmıştı Margaret? Brick’le evlenmişti. Uçsuz bucaksız çiftliklerin varisi, yakışıklı futbolcu, dört dörtlük delikanlı Brick’le. Eh hiç şüphesiz kimse bunun suç olduğunu iddia edemez. Ama gel gör ki Brick’i hayata küstürmüştü. En yakın arkadaşı Skipper’la yatmıştı, sonra Skipper intihar etmişti ve artık Brick her şeyden vazgeçmiş bir alkolikti.

(Biraz kolaya kaçtım galiba. Oyunu bilenler kızacak şimdi bana. Baştan alayım.)

Margaret fakir bir aileden ve zor bir çocukluktan geliyordu. Brick, onun için ben diyeyim kurtuluştu siz diyin cennetti. Bu güneyli çocuk sadece zengin bir ailenin sevilen çocuğu değildi, üstüne yakışıklı ve herkesin hayranlık duyduğu bir adamdı. Margaret için ona sahip olmak sahip olamadığı her şeye sahip olmak demekti. Sonunda olmuştu da, koca malikâneye gelin gitmişti. Ama arada Skipper vardı. Büyük dost. En yakın. Biricik... Brick, sakatlanıp Chicago’daki maça gidemediğinde, Margaret, o soğuk günde, kocasının takım arkadaşının yüzüne öfkeyle bağırmıştı: “Skipper! Kocamı sevmeyi bırak! Ya da söyle ona sana durumu kabul ettirsin!” (43) Skipper acı bir tokat aşk etmişti kediye, sonra koşarak oradan uzaklaşmıştı.

Gece olunca Maggie, Skipper’in yanına gidecek, onunla yatacaktı. Dediğine göre, Skipper iddiasının doğru olmadığını ispat etmeye çalışmıştı, Brick’le aralarında kabul ettirilmesi gereken özel bir durum yoktu. Bu doğru mudur bilinmez ama Skipper’in mahvolduğu, bundan sonra kendini önce uyuşturucuya, alkole sonra da ölümün kollarına bıraktığı doğru.

(Bir hocamız Suç ve Ceza’yı okurken Raskolnikov’un baltayla iki kadını parçaladığı sahneden sonra kitabı elinden attığını, içinin nefretle dolduğunu, uzun yıllar kitabı bir daha eline alamadığını anlatmıştı. Ben, Raskolnikov’u sevememeye öfkelenmiştim.)

Evet işte olanlar olmuştu, Skipper gitmişti, şimdi de Brick kendisini içkiye boğarak gitmeye çalışıyordu; Maggie ise onu durdurmaya; çocuk sahibi olacağı normal bir adam ve babasının büyük mirasını kabul edecek normal bir çocuk yaratmaya... İnat etmişti, vazgeçmeyecekti, iyileşmeliydi Brick: “Ah, siz zayıf insanlar, her şeyi bırakan zayıf güzel insanlar. İstediğiniz sadece sizi yakalayıp tutacak biri. Yavaşça, yavaşça ve aşkla.” (105) Yani tutup yakalayacaktı Brick’i deli kız, onu ayağa kaldıracaktı, severek normalleştirecekti.

Peki arkadaki korkunç günah nasıl unutulabilirdi, Skipper düştüğü kuyudan durup dururken nasıl çıkabilirdi, hayat hiçbir şey kırılmamış gibi nasıl devam edebilirdi? Üstüne, Maggie her şeyin apaçık farkındayken: “Yaptığım şeyi temize çıkarmaya çalışmıyorum. Tanrim asla! Brick, ben iyi birisi değilim, neden insanlar iyiymiş gibi yapmak zorundadır bilmiyorum, hiç kimse iyi değil” (44)  

Hiç kimsenin iyi olmadığını bilerek mi acıtmaz kılıyordu günahını kedi?

II
Brick’ın vazgeçmişliği, umursamazlığı, kendini “alkolden isa” kılmışlığı, kafasının içinden gelip tüm bu yalan alemi bitirecek “klik”i beklemesi...

Evet, bütün oyun boyunca umursamaz ve duygusuzdur Brick; dinlemez, babasının kanser haberine bile üzülmez; dalgacı olsa da aslında tepkisiz ve ölgündür. Sadece içer ve hiçbir şeyi duymayacak kadar sarhoş olmayı bekler. Ama işte ölgünlüğünün sınırları vardır hem de pek açık sınırları: Ne zaman Skipper’ın sözü edilse dünyaya geri döner. Sinirlenir, koltuk değneğini Maggie’ye atar (vuramaz, Maggie kaçırdın diye bağırır!), terler, kızar, kızarır. Yaşadığını hissettirir, normalleşir bir anlamda. Özellikle Skipper’la aralarında eşcinsel bir ilişki olduğu imalarına karşı aşırı tepkilidir. Babasına bağırır: “SEN DE Mİ ÖYLE DÜŞÜNÜYORSUN? [...] Skipper’la kirli şeyler yaptığımızı mı düşünüyorsun?” (77)

Gerçekten bir şey mi gizlemektedir Brick? Yoksa Brick’i zehirleyen Skipper’in intiharı değil de aralarında olan aşkı itiraf edememesi midir?

“Normal olmak o kadar nadir ki. İki insan arasında sahici olan herhangi bir şey de normal olamayacak kadar nadir” (79) dediğini duyarız hayata dönüş anlarının en sakin noktasında. İçinde yaşadığımız bir yalan alemdir ve sahici olan her şey batar, sahici olan her şey bozguncudur. İşte Skipper’la aralarındaki her neyse artık, normal olmanın, yalansız olmanın icra edildiği bir alandır Brick’e göre. Bu dünyanın dışında bir yerdir. Şimdi onun hatırası bu eşsiz tecrübenin sonsuza kadar kaybedildiğini ifade eder ve onun şimdiyi yaşamasını imkânsız kılar.

Peki öyleyse Maggie’ye ne demeli? Kızgın damda kalmış oradan oraya atlayan, düşünce hop diye ayağa kalkan, ağlarken gülmeye başlayan, her şeyle baş edebilirmişçesine kuvvetli ve geniş görünen, hiçbir zaman pes etmeyeceğini sezdiren lakin karşısındaki adamı “alkolden İsa”ya dönüştürmüş kediye ne demeli?   

III
Sahici karakterleri severiz. Yüzleşen, itiraf eden, kendine bakan karakterleri severiz. Gerçek hayatta bunlara katlanamasak da edebiyatta bunları severiz. Selim Işık yanımızda olsa boğucu geyiğine ve acısına katlanamayız ama en tenha saatleri onun metne hapsolmuş varlığıyla geçirmenin tecrübesini eşsiz biliriz. Bardamu yan komşumuz olsa selam vermemek için kaçarız ama onun “gecenin sonu”ndan taşan öfkesini kendi içimizde yeniden keşfetmeyi severiz. Gündelik hayatın saklayan örten gizleyen retoriğine teslim olmamış hallerin dile gelmesi vardır bu karakterlerde. Hakikatin içinden konuşurlar sanki. Kendilerini başlı başına yaşamın en derininden birer itiraf olarak kabul etsek kimse bizi ayıplamaz. Zira hepimiz hayatın içindeki kötücüllüğün ve zayıflığın yılmaz konuşanlarına, itirafçılarına çekinmeden saygı duyarız.  

Maggie ne Bardamu’ya ne Selim’e benzer ama o da bir hakikat hatırlatıcısıdır. Arzularının ve ağrılarının bilgisiyle dolu, oyunun oyun olduğunun bilincinde, kızgın damda olabildiğince çok kalmanın tek amacı olduğun farkında bir hatırlatıcıdır o. Ders kitaplarında anlatılmaz ama hayatın damarlarından eksilmez şirin kötücüllüğün hatırlatıcısı. Suça rağmen yaşamaktadır Maggie; suçu sırtında taşıyarak ve taşıdığı suçun ağrısını unutarak yaşamaktadır. En önemlisiyse, bunu herkesin gözüne bakarak ve pek doğal bir itkinin emrine uyarmışçasına yapmaktadır.  

Ve biz çok zaman suçun doğallaştığı, bedenden fışkırdığı yerde suçu ayıplamamayı öğreniriz. Günahın  ve karanlığın hayata karıştığı yer böylece ömrümüzün tam ortasında kalır. Öyle ya kızgın damda oradan oraya koşan kedinin suçu ne olabilir ki, damı kızdıran başkası olduktan sonra?

IV
Peki ya adalet?

Maggie’yi koca Tolstoy’un kalenderliğine sebat gösterip anlıyor ve affediyordum diyelim ama peki ya Brick? Peki şu yalan dünyada hakiki olan tek şeyin acımasızca yıkımı? Maggie gözlerimin önünden ince endamıyla geçtiğinde hesaplaşmak için hazırladığım bütün silahları toprağa mı gömecektim yani?

O zaman demek ki adalet yaşama arzusu karşısında fena halde yenikti, ihlal edilmesine işte pek güzel dayanabiliyordum. Maggie’ye kızamıyordum çünkü yaşama arzusu adalet arzusundan çok daha önemliydi; kızgın damdaki kedi sınırsız yaşamsallığıyla sessizce bütün kırıkları topluyor, her şeyi yeniden inşa ediyordu; en azından edebileceğine inandırıyordu. Demek ki Maggie’nin güzelliği, enerjisi, sevimli inatçılığı o kocaman gürültülü Güneyli çiftliği nasıl daha dayanılabilir kılıyorsa aynı şekilde benim yaşamımı da kolaylaştırıyordu. Eh işte, Brick’in durumu trajikti ama daha trajik olan adalet aramaktı.

Yüzümüzü yaşama yeniden döndüren, suça baktığımızı unutturup onla yaşamayı bize öğreten, bunu bir kedi doğallığında yapan Maggie’ye tabii ki git diyemezdim.




Tennessee Williams. Cat on a Hot Tin Roof and Other Plays. Londra: Penguin Books, 1976.
  



Hiç yorum yok: