(Yeni Yazı dergisinin 6. sayısında (Mayıs-Ağustos 2010) yayımlandı)
I
Kızgın Damdaki Kedi’yi tekrar tekrar okumamın nedeni Margaret olmalıydı, küçük ismiyle
şirin Maggie, yani damdaki kedinin ta kendisi. Kendisine kızamamak garibime
gidiyordu. Ortada beter bir durum vardı ama Maggie’ye kızmak mı; yok olmuyordu,
çok fena çaba istiyordu. Zaten büyük patron da, Tennessee Williams yani,
Maggie’ye özel bir sempati duyduğunu yazmış önsözde. Tabii ki Williams’ın
sempatisi benim halimi açıklamaya yetmezdi. Neticede ortada bir suç vardı ve
suçluya kızamamak bir tür suç ortaklığı hissi yaratıyordu.
Sonra aklımda iki ayrı Maggie olduğunu fark
ettim ve iyice kafam karıştı. Biri uzun boylu, sarışın, sevimli, kurnaz ve Mavi
Ay’daki Cybil Shepherd’a benzeyen bir Maggie. İkincisi ise yerinde
duramayan, dehşet güzel ama bir o kadar cadı, 1958’de Richard Brooks tarafından
çekilen uyarlamada Liz Taylor’un pek güzel canlandırdığı Maggie. Belki de ilki
okumanın ikincisi seyretmenin kızgın kedisi. Birincisinde ikincisine
yakıştıramadığım bir masumiyet vardı sanki, Liz’inse masumiyetle işi olmazdı. Ama
birini diğerine tercih etsem, kaçarı yok, kızgın kedi eksik kalacaktı.
Peki ne yapmıştı Margaret? Brick’le
evlenmişti. Uçsuz bucaksız çiftliklerin varisi, yakışıklı futbolcu, dört
dörtlük delikanlı Brick’le. Eh hiç şüphesiz kimse bunun suç olduğunu iddia
edemez. Ama gel gör ki Brick’i hayata küstürmüştü. En yakın arkadaşı Skipper’la
yatmıştı, sonra Skipper intihar etmişti ve artık Brick her şeyden vazgeçmiş bir
alkolikti.
(Biraz kolaya kaçtım galiba. Oyunu bilenler kızacak
şimdi bana. Baştan alayım.)
Margaret fakir bir aileden ve zor bir
çocukluktan geliyordu. Brick, onun için ben diyeyim kurtuluştu siz diyin
cennetti. Bu güneyli çocuk sadece zengin bir ailenin sevilen çocuğu değildi,
üstüne yakışıklı ve herkesin hayranlık duyduğu bir adamdı. Margaret için ona
sahip olmak sahip olamadığı her şeye sahip olmak demekti. Sonunda olmuştu da,
koca malikâneye gelin gitmişti. Ama arada Skipper vardı. Büyük dost. En yakın.
Biricik... Brick, sakatlanıp Chicago’daki maça gidemediğinde, Margaret, o soğuk
günde, kocasının takım arkadaşının yüzüne öfkeyle bağırmıştı: “Skipper! Kocamı
sevmeyi bırak! Ya da söyle ona sana durumu kabul ettirsin!” (43) Skipper acı
bir tokat aşk etmişti kediye, sonra koşarak oradan uzaklaşmıştı.
Gece olunca Maggie, Skipper’in yanına gidecek,
onunla yatacaktı. Dediğine göre, Skipper iddiasının doğru olmadığını ispat
etmeye çalışmıştı, Brick’le aralarında kabul ettirilmesi gereken özel bir durum
yoktu. Bu doğru mudur bilinmez ama Skipper’in mahvolduğu, bundan sonra kendini
önce uyuşturucuya, alkole sonra da ölümün kollarına bıraktığı doğru.
(Bir hocamız Suç ve Ceza’yı okurken
Raskolnikov’un baltayla iki kadını parçaladığı sahneden sonra kitabı elinden
attığını, içinin nefretle dolduğunu, uzun yıllar kitabı bir daha eline
alamadığını anlatmıştı. Ben, Raskolnikov’u sevememeye öfkelenmiştim.)
Evet işte olanlar olmuştu, Skipper gitmişti,
şimdi de Brick kendisini içkiye boğarak gitmeye çalışıyordu; Maggie ise onu
durdurmaya; çocuk sahibi olacağı normal bir adam ve babasının büyük mirasını
kabul edecek normal bir çocuk yaratmaya... İnat etmişti, vazgeçmeyecekti, iyileşmeliydi
Brick: “Ah, siz zayıf insanlar, her şeyi bırakan zayıf güzel insanlar.
İstediğiniz sadece sizi yakalayıp tutacak biri. Yavaşça, yavaşça ve aşkla.” (105)
Yani tutup yakalayacaktı Brick’i deli kız, onu ayağa kaldıracaktı, severek
normalleştirecekti.
Peki arkadaki korkunç günah nasıl
unutulabilirdi, Skipper düştüğü kuyudan durup dururken nasıl çıkabilirdi, hayat
hiçbir şey kırılmamış gibi nasıl devam edebilirdi? Üstüne, Maggie her şeyin
apaçık farkındayken: “Yaptığım şeyi temize çıkarmaya çalışmıyorum. Tanrim asla!
Brick, ben iyi birisi değilim, neden insanlar iyiymiş gibi yapmak zorundadır
bilmiyorum, hiç kimse iyi değil” (44)
Hiç kimsenin iyi olmadığını bilerek mi acıtmaz
kılıyordu günahını kedi?
II
Brick’ın vazgeçmişliği, umursamazlığı, kendini
“alkolden isa” kılmışlığı, kafasının içinden gelip tüm bu yalan alemi bitirecek
“klik”i beklemesi...
Evet, bütün oyun boyunca umursamaz ve duygusuzdur
Brick; dinlemez, babasının kanser haberine bile üzülmez; dalgacı olsa da
aslında tepkisiz ve ölgündür. Sadece içer ve hiçbir şeyi duymayacak kadar
sarhoş olmayı bekler. Ama işte ölgünlüğünün sınırları vardır hem de pek açık
sınırları: Ne zaman Skipper’ın sözü edilse dünyaya geri döner. Sinirlenir,
koltuk değneğini Maggie’ye atar (vuramaz, Maggie kaçırdın diye bağırır!),
terler, kızar, kızarır. Yaşadığını hissettirir, normalleşir bir anlamda.
Özellikle Skipper’la aralarında eşcinsel bir ilişki olduğu imalarına karşı
aşırı tepkilidir. Babasına bağırır: “SEN DE Mİ ÖYLE DÜŞÜNÜYORSUN? [...]
Skipper’la kirli şeyler yaptığımızı mı düşünüyorsun?” (77)
Gerçekten bir şey mi gizlemektedir Brick? Yoksa
Brick’i zehirleyen Skipper’in intiharı değil de aralarında olan aşkı itiraf
edememesi midir?
“Normal olmak o kadar nadir ki. İki insan
arasında sahici olan herhangi bir şey de normal olamayacak kadar nadir” (79)
dediğini duyarız hayata dönüş anlarının en sakin noktasında. İçinde yaşadığımız
bir yalan alemdir ve sahici olan her şey batar, sahici olan her şey
bozguncudur. İşte Skipper’la aralarındaki her neyse artık, normal olmanın,
yalansız olmanın icra edildiği bir alandır Brick’e göre. Bu dünyanın dışında
bir yerdir. Şimdi onun hatırası bu eşsiz tecrübenin sonsuza kadar
kaybedildiğini ifade eder ve onun şimdiyi yaşamasını imkânsız kılar.
Peki öyleyse Maggie’ye ne demeli? Kızgın damda
kalmış oradan oraya atlayan, düşünce hop diye ayağa kalkan, ağlarken gülmeye
başlayan, her şeyle baş edebilirmişçesine kuvvetli ve geniş görünen, hiçbir
zaman pes etmeyeceğini sezdiren lakin karşısındaki adamı “alkolden İsa”ya
dönüştürmüş kediye ne demeli?
III
Sahici karakterleri severiz. Yüzleşen, itiraf
eden, kendine bakan karakterleri severiz. Gerçek hayatta bunlara katlanamasak
da edebiyatta bunları severiz. Selim Işık yanımızda olsa boğucu geyiğine ve
acısına katlanamayız ama en tenha saatleri onun metne hapsolmuş varlığıyla
geçirmenin tecrübesini eşsiz biliriz. Bardamu yan komşumuz olsa selam vermemek
için kaçarız ama onun “gecenin sonu”ndan taşan öfkesini kendi içimizde yeniden
keşfetmeyi severiz. Gündelik hayatın saklayan örten gizleyen retoriğine teslim
olmamış hallerin dile gelmesi vardır bu karakterlerde. Hakikatin içinden
konuşurlar sanki. Kendilerini başlı başına yaşamın en derininden birer itiraf
olarak kabul etsek kimse bizi ayıplamaz. Zira hepimiz hayatın içindeki
kötücüllüğün ve zayıflığın yılmaz konuşanlarına, itirafçılarına çekinmeden
saygı duyarız.
Maggie ne Bardamu’ya ne Selim’e benzer ama o
da bir hakikat hatırlatıcısıdır. Arzularının ve ağrılarının bilgisiyle dolu,
oyunun oyun olduğunun bilincinde, kızgın damda olabildiğince çok kalmanın tek
amacı olduğun farkında bir hatırlatıcıdır o. Ders kitaplarında anlatılmaz ama
hayatın damarlarından eksilmez şirin kötücüllüğün hatırlatıcısı. Suça rağmen
yaşamaktadır Maggie; suçu sırtında taşıyarak ve taşıdığı suçun ağrısını
unutarak yaşamaktadır. En önemlisiyse, bunu herkesin gözüne bakarak ve pek
doğal bir itkinin emrine uyarmışçasına yapmaktadır.
Ve biz çok zaman suçun doğallaştığı, bedenden
fışkırdığı yerde suçu ayıplamamayı öğreniriz. Günahın ve karanlığın hayata karıştığı yer böylece ömrümüzün tam
ortasında kalır. Öyle ya kızgın damda oradan oraya koşan kedinin suçu ne
olabilir ki, damı kızdıran başkası olduktan sonra?
IV
Peki ya adalet?
Maggie’yi koca Tolstoy’un kalenderliğine sebat
gösterip anlıyor ve affediyordum diyelim ama peki ya Brick? Peki şu yalan
dünyada hakiki olan tek şeyin acımasızca yıkımı? Maggie gözlerimin önünden ince
endamıyla geçtiğinde hesaplaşmak için hazırladığım bütün silahları toprağa mı
gömecektim yani?
O zaman demek ki adalet yaşama arzusu
karşısında fena halde yenikti, ihlal edilmesine işte pek güzel dayanabiliyordum.
Maggie’ye kızamıyordum çünkü yaşama arzusu adalet arzusundan çok daha önemliydi;
kızgın damdaki kedi sınırsız yaşamsallığıyla sessizce bütün kırıkları topluyor,
her şeyi yeniden inşa ediyordu; en azından edebileceğine inandırıyordu. Demek
ki Maggie’nin güzelliği, enerjisi, sevimli inatçılığı o kocaman gürültülü
Güneyli çiftliği nasıl daha dayanılabilir kılıyorsa aynı şekilde benim yaşamımı
da kolaylaştırıyordu. Eh işte, Brick’in durumu trajikti ama daha trajik olan adalet
aramaktı.
Yüzümüzü yaşama yeniden döndüren, suça
baktığımızı unutturup onla yaşamayı bize öğreten, bunu bir kedi doğallığında
yapan Maggie’ye tabii ki git diyemezdim.
Tennessee Williams. Cat on a Hot Tin Roof
and Other Plays. Londra: Penguin Books, 1976.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder